13 Eylül 2007 Perşembe

BİR KÜLTÜR MOZAİĞİ : HALİÇ

Pek çoğumuzun gravürlerden eski güzelliğini görüp ya çevre yoluna çıkmak için arabayla hızla geçtiğimiz ya da uzaktan şöyle bir göz attığımız Haliç, şüphesiz eski güzelliğinden çok şey yitirmiş durumda. Ama bir zamanların oldukça renkli bir diller ve dinler moziyiğine sahip olan Haliç'te, o güzel dokuyu duyumsamak hala olası. Bugün, pek çoğumuzun görmeye, gezmeye değer bulmadığı Haliç sokaklarında bir gezintiye çıkacağız. Rum, Ermeni, Türk, Yahudi, Bulgar yerleşimlerinin iç içe geçtiği bu mekanlardan günümüze kalabilen o eski zenginliği yansıtabilen mimari yapıları, sokakları, evleri, zamanımıza sığdırabildiğimiz ölçüde efsaneleri, tarihleri ile birlikte görmeye çalışacağız. Gezimize başlarken Haliç'in sadece Unkapanı köprüsüyle surlar arasında kalan bölgesini (yaklaşık Haliç'in altıda biri) bir günde ancak gezebileceğimizi belirtelim hemen.

Haliç, yüzyıllar boyunca, İstanbul'un aranılan, seçkin bir semti olmuş. Hali vakti yerinde olanlar, Haliç kıyılarında ve sırtlarında oturmayı tercih etmişler. Deniz kıyısı, ama sakin bir kıyı; havadar ama rüzgara karşı korunaklı bir bölge olması tercih sebeplerinin arasında yer alıyor. Gemilerin kıçtan, doğrudan karaya yanaşabildikleri bir liman olması nedeniyle de ticaret oldukça hareketli bir yer yapmış Haliç'i. Bu hareketliliğe çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar topluluğu da eklenince zengin bir mozaik çıkmış ortaya.


Özellikle Bizans döneminde şehrin Rum Ortodoks topluluğunun yanısıra, Museviler, Bizans İmparatorunun izniyle İstanbul'da koloni kuran Akdeniz'in tüccar ve denizci şehir devletlerinin temsilcileri de Haliç kıyılarına yerleşmişler. İstanbul'un fethinden sonra şehir nüfusunda köklü değişiklikler olur. Herşeyden önce Müslüman-Türk topluluklar yerleşmeye başlar.

15. yüzyıl sonunda İspanya'dan kovulan Yahudiler, II. Beyazid'ın çağrısıyla Türkiye'ye gelirler. Sofu Beyazid adıyla da bilinen padişah II. Beyazid, İspanya kralı Ferdinand'a Yahudiler'in kendi topraklarına bir zenginlik katacağına inandığı için onları kabul etmekten büyük kıvanç duyacağını bildirmişti. İstanbul'a gelen Yahudilere Balat semti gösterilir. Bizans dönemi sonrasında da Ortodoks nüfus Fener'de yoğunlaşır. Buna karşın Bizans döneminde yaşayan İtalyan kolonileri bu bölgeyi terkederek Galata civarına taşınır. Zamanının bu zengin etnik ve kültürel bileşimi elbette beraberinde güzel binalar, bahçeler, evler ve dini yapıları doğurur. Şimdilerde bu dar sokaklarda, birbirine yaslanarak duran harap evlerde, bir günlük bir gezi boyunca, o güzel dönemleri anımsatan ilginç ayrıntıları, dini yapıları biraz zorlanarak da olsa, görmek olası.


Gezimize Cibali'den başlıyoruz. Cibali Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir semt. Hemen cadde üzerinde Aya Kapı yakınında Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülüyor. Dışarıdan dikkatlice bakarsanız, biraz üstünde Gül Camisi adıyla bilinen Aya Teodosya Kilisesi'nin duvarlarını görebilirsiniz. Birazdan Gül Camisi'ne tekrar dönmek üzere Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi'ne şöyle bir göz atalım. Aya Nikola Kilisesi'nin en belirgin özelliği avlu içinde, kilise kapısının hemen üzerinde asılı duran kristallerle süslü bir gemi maketidir. Aya Nikola'nın balıkçıların, denizcilerin koruyucusu oladuğunu buradan anlıyabiliriz. Bazilika tipinde inşa edilen kilisede cemaatin azlığı nedeniyle sadece yortularda ayin yapılmakta. Aya Nikola Kilisesi 1720'li yıllarda Aynaroz Vatopedi Manastırı'nın metekhionu olarak yapılmış.

Cibali'nin en göze çarpan yapısı, bugünkü adıyla Gül Camisi, eski Bizans kilisesi, Aya Teodosya. Türkler zamanında epey tamir gören bu görkemli yapının II. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmekte. Mimari planı "Bizans Haçı" diye tanımlanan tipe uygun. Duvarları oldukça yüksek ve kırmızı tuğlalı bu yapının ilginç bir de öyküsü var.

Fetihten öbceki gün Aziz Teodosya günüymüş. Şehir halkı o gece ibadete gelmiş ve kendilerini Türklerden koruması için dua ettikleri azizeye güller getirmişler. Ertesi gün şehri fetheden askerler, kilisenin içini güllerle dolu görünce buraya Gül Camisi adını vermişler.

Aya Teodosya Kilisesi (Gül Camisi), Aya Sofya'dan sonra en büyük kiliselerden biri olma özelliğini de taşıyor. Dışarıdan oldukça görkemli ve iyi bir yapı izlemini veren caminin içine girilince bu görkemin boşa olmadığını anlıyorsunuz. Üç apsisli yapının içinde, üst katta bir de mezar var. İsa'nın havarilerinden birinin burada yattığı rivayet olunuyor. Bir başka söylenceye göre de, son Bizans imparatoru burada yatıyormuş, ama bunlar kanıtlanamayan söylenceler.

Kiliseye adını veren Aya (veya azize) Teodosya'ya gelince; İmparator III. Leon 726 tarihinde tüm ikonaların ortadan kaldırılmasını buyurur (İkonaklast dönemi 726-843 yıllarını kapsar). Teodosya, bu kilisedeki ikonların kırılmasına karşı çıkar, diğer kadınlarla birlikte İmparatorluk Sarayı'ndaki İsa resmini indiren askeri linç eder. Ancak peşine düşen askerler tarafından, Aksaray'da yakalanır ve öldürülür.

Gül Camisi'nin karşısında II. Beyazid'in vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa'nın yaptırdığı hamam dikkatinizi çekebilir. 1512 öncesinde yapılan yapı, halen kullanılan en eski hamam özelliğine sahip.

Yolumuza Fener'e doğru devam ediyoruz. Eski bir Bizans kilisesinden dönüştürülen Sinan Paşa Mescidi, Mimar Sinan'ın Havuzlu Hamamı, Yeni Ağa Kapı çevresinde ilginç evler yeralıyor. Yokuş yukarı çıkarken köşede Dimitiri Kandemir'in evi var. Kapısında herhangi bir levha olmadığı için evi bilmeyenlerin tanıması zor. Dimitri Kandemir, 18. yüzyıl başı Eflak Voyvodalarından, kültürlü, 7-8 yabancı dil bilen, zengin bir kişi. Siyasetciliğinden çok klasik Türk müziğine yaptığı katkılardan dolayı bizim için önemli.Klasik Türk müziği üzerine en eski kitaplardan birini yazmış ve yaklaşık 300'den fazla şarkıyı notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamış bir kişi. Bundan birkaç yıl önce Romanya Başkonsolosluğu, Eflak Voyvodası olan Kandemir'i anmak için evinin kapısına bir levha koydurtmuş ama kadirşinazlıkla arası pek iyi olmayan kişilece tahrip edilmiş. Bir süre önce yenilenmiş.

Merdivenli yokuştan yukarı doğru çıktıktan sonra sola dönünce duvarları kırmızı aşı boyalı "Moğolların Meryem'i" (Muhliotissa) veya "Meryem Ana Kilisesi"ni görüyoruz. Kilisenin birkaç önemli özelliği var. Bunlardan ilki İstanbul'un fethinden bugüne dek camiye çevrilmeden ayin yapılan tek kilise olması. Bu da içerdeki Fatih Sultan Mehmet'in özel fermanıyla sağlanabilmiş.

Fatih, kendi adıyla bir cami yaptırmak isteyince uygun bir yer beğenir (şimdiki Fatih Cami) ve Hristodulos isimli mimara bu görevi verir. Mimar, belki de bu ünvandan cesaretlenerek Meryem Ana Kilisesi'nin yıkılmasını önlemek için Fatih'ten özel izin rica eder. Kilisenin ibadete açık kalmasını buyuran ferman bugün de içerde asılı duruyor. Tabi yüzyıllar geçip hoşgörü ve saygı azalmaya başladığında bu fermanı ele geçirip yok etmek isteyen Müslümanlar olmuyor değil ama neyse ki Kilise bu badireleri de atlatmış.

"Moğolların Meryem'i" adına gelince, masalı andıran ilginç bir öyküsü var. Bizans İmparatoru Mihail Paleologos, kızı Prenses Maria'yı Moğol İmparatoru Hülagü Han ile evlendirmeye karar verir. Kızını bir kervanla 1265'de İran'a gönderir. O zamanın şartlarında yolculuk kaç gün sürdü bilinmez ama Prenses Moğol sarayına vardığında Hülagü Han'ın ölüm haberini alır. Saraydakiler, bunca yolu boşuna gelmiş olmasın diye Prensesi Hülagü Han'ın oğlu Abaka Han ile evlendirirler. Maria, Abaka Han'ı Hıristiyan yapar ve 15 yıl evli kalırlar.

Abaka Han kardeşi Ahmet tarafından öldürülünce, saray onu yine evlendirmeye kalkar ama bu kadar Moğol yaşantısı yeter diyen Maria, yurduna döner; bir manastıra kapanır ve bu kiliseyi yaptırır. Kilise, "yonca" diye bilinen mimari plana uygun olarak yapılan iki kiliseden biri. Ancak geçirdiği onarımlar nedeniyle yonca planı epey bozulmuş. Özellikle içine girdiğinizde bu bozulmadan dolayı göze çarpan simetrisizlik herkesi şaşırtıyor. İçerde içbükey ikonlar ve en önemlisi Bizans çağından kalma mozayik Meryem portresi yeralıyor.

Moğolların Meryem!i Kilisesi'nden çıktığımızda, Fener'in - belki de Haliç'in- en olağanüstü, en inanılmaz, bir masal şatosunu anımsatan yapısıyla karşılaşıyorsunuz; Fener Rum Lisesi. Pek çok kişinin uzaktan heybetli görünümüne aldanıp Patrikhane sandığı bu yapı, Atatürk'ün doğumuyla yaşıt. Ancak bu yerde Bizans'tan beri eğitim yapıldığı biliniyor. Fetih'ten sonraki gelişmelerde, dindışı eğitim burada kalırken, dini eğitim Heybeliada'ya taşınmış. Lise, ilk laik okul olma özelliğini de taşıyor. Fener Rum Lisesinin öğrenci sayısı şu an 15-30 arasında değişiyor. Mimarı Dimadis olan okul 1881 yılında yapılmış. Bu fantastik yapıyı mimari açıdan biraz Endülüs, biraz Bizans karışımı, Bizantino - morik olarak adlandırabiliriz.


Fener Lisesi Fener Lisesi'nden aşağıya doğru inerken Ulah Sarayı olarak bilinen yerde, demir parmaklıklar içinde 1586-96 yılları arasında Patrikhane işlevi gören Panaia Paramithies Kilisesi'ni görürüz. Yüksek bir duvarla örtülü büyük bahçenin içinde Vodina Caddesi üzerinde ise bir zamanlar kütüphanesi ile ünlü Aya Yorgi Kilisesi yeralır.
Sadrazam Ali Paşa caddesi üzerinde yeralan Patrikhane, özellikle Fener Lisesi'nden sonra oldukça sade geliyor insana. Patrikhane İstanbul'un fethinden kısa bir süre sonra Çarşamba'daki Pammakaristos Kilisesi'ne - Fethiye Camisi- yerleşmiş. 1586'dan sonra Fener'deki bazı kiliseleri dolaşmış. 1601 yılında şimdiki yerine yerleşmiş. Ancak bugün görülen ana bina, 1940'lardan kalma, Osmanlı mimari tarzında yapılan ahşap kaplamalı yapı.


Patrikhaneye yakınlığı nedeniyle resmi kilise olan Aya Yorgi'nin içinde tarihi ve dini açıdan oldukça değerli eşyalar bulunuyor. Bunlardan biri Fetih sırasında patrik olan Gennadius'tan kaldığı varsayılan sedef kakmalı patrik koltuğu. Sedef işlemeli sehpa, altın yaldızlı ve taşınabilir Meryem Ana tablosu, birçok güzel ikon kilisenin içinde yeralıyor. Ayrıca içerde üç azizin (Omonia, Teophano ve genç kızların ve terzilerin koruyucusu olan Euphemia'nın) gömütü var. Patrikhane'ye yan kapıdan giriliyor. 1821'de patrik V. Gregortios, Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Orta kapı diye bilinen kapının önünde asılmış. O zamandan beri bu kapı açılmamış.

Aya Yorgi Kilisesi 1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş bir kilise. Tanzimat'a kadar kiliselerin kubbeli olmalarına izin verilmiyordu. İstanbul Patrikhanesi, Ortodoks mezhebinin manevi anlamda merkezi. Ancak pek çok kişinin sandığının tersine tüm dünyadaki Ortodoksların değil, toplam 125.000'ni bulan bir cemaatin patrikliğini yapıyor. Patrikhane'nin bahçe kapısının yanında "Moğolların Meryem'i Kilisesi"nden buraya getirilmiş "Moğol" görünümlü heykel de ilginç görüntüler arasında yeralıyor.

Fener sokaklarında gezerken biraz da hayal gücümüzü zorlayıp bir zamanlar buraların belli bir refah düzeyine eriştiğini düşünüyoruz. Sağlam taş evler, sütunlu girişler, süslemeli balkonlar, mozayikli bahçeler ve açık kalan kapılardan görebilirseniz eğer, karolu taşlıklar birkaç yüzyıl öncesinin yaşam tarzı hakkında ipuçları veriyor. Akdeniz bölgesine özgü evden eve gerilen iplere asılı çamaşırları da burada görmek mümkün.


BULGAR KİLİSESİ Harap haldeki semtte tek tük ayrıntıları yakalayabilmek için gözlerimiz evlerin üzerinde, Haliç kıyısına iniyoruz. Bedrettin Dalan ile son halini alan Haliç kıyısında üç eski bina hepinizin dikkatini çekmiştir sanırız. Bunlardan ilki PTT binası, ikincisi Kadın Eserleri Kütüphanesi, diğeri de Bulgar St. Stephan Kilisesi'dir. Dünyanın ilk ve - bilinen kadarıyla- tek dökme demirden "pre-fabrik" kilisesi ünvanına sahip Bulgar Kilisesi, Dalan yıkımından kurtulup ayakta kalabilmiş.

Bulgarlar İstanbul'un daha çok Kadıköy yöresinde oturup, süt ve mandra işleriyle uğraşıyorlardı. 1800 yıllarında milliyetçiliğin de etkisiyle, o güne kadar Fener Patriği'ne bağlı olan Bulgarlar, dini ayinlerini Rumca yapmak istemediklerini söyleyerek, Sultan'dan kendilerine Kilise için izin vermelerini isterler. Yıllar süren çekişmeler sonucu Bulgarlara kilise için izin verilir. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar. Bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. (Kilisenin kapısının yanında bu firmanın ismini görebilirsiniz - R.Ph. Waagner,Vienne). İçi ve dışı tamamen dökme demirden neo-gotik tarzında inşa edilen kilise, önce Avusturya'da kurulur, denenir. Sonra mavnalarla Tuna nehrinden Karadeniz'e getirilir. 1898 yılında şimdiki yerinde inşa edilir. İnşası sırasında temeline 70'e yakın kazık çakılır. Kilisenin içinde gördüğünüz herşey demirden yapılmadır - mermer veya ahşap gibi görünen kısımlar dahil.


Kilisenin mimarı Hovsep Aznavor adlı bir Ermeni zat. Aznavor oldukça ilginç bir kişi; İstanbul'daki Sansaryan Hanı'nın mimarı. Bulgaristan Parlamento Binası da onun imzasını taşıyor. Aznavor sadece mimarlık yapmamış; Meşruti Sosyalist Partinin kuruluşunda da yeralmış; ayrıca uluslararası bir maraton yarışında birinciliği var.

Kilisenin bakımlı bahçesinde daha önceleri, burada hizmet etmiş Bulgar din adamlarının mezarları ve bunları süsleyen güzel heykeller yer alıyordu. Ancak "Bulgaristan'da Türkler'e Mezalim" olaylarını bahane eden kişilerce bu güzelim heykeller tahrip edildiler. Şimdi heykellerden bazıları kilisenin içinde korunuyor.

Fener'den Balat'a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine Bulgar Kilisesi'nin hizasında oldukça harap bir halde eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Tur-u Sina Manastırı olarak biliniyor. Avludan içeriye girerseniz eğer, yıkılmaya yüz tutmuş çan kulesini görebilirsiniz. Bu, içerdeki Vaftizci Yahya Kilisesi'ne ait. Tur-u Sina Manastırı, Sina Yarımadasındaki Aya Katerina Manastırının metekhion'u olarak kurulmuş (yani onun bir şubesi, uzantısı gibi).

Balat, Fener'e göre daha yoksul bir semt. Geçmiş zamanlarda da böyleymiş. Sokak içlerine girdikçe Yahudi evlerini görüyorsunuz. Yine ünlü, geçen yüzyıldan kalma Agora Meyhanesi de burada. Balat'ın merkezinde iki sinagog var; Yanbol ve Ahrida ( ya da Ohrida).

Balat semtinde dinler, mezhepler birbirlerine iki adımlık mesafede ibadet yerlerini kurmuşlar. Örneğin bir köşede Mimar Sinan'ın bir eseri olan Ferruh Kethüda Camisi var. Ancak cami, özgün halini kötü restorasyonlar sonucu kaybetmiş. İçine girerseniz eğer, mihrap kısmında Tekfur Sarayı'ndan getirilen çinileri görebilirsiniz. Arka dış duvarında güneş saati de türünün son örneklerinden biri olarak duruyor.

Caminin hemen yakınında Gergoryen Ermeni Kilisesi Surp Hreşdagabet var. Kilise eskiden Ortodokslara aitmiş. Nitekim aşağıda bir de ayazması var. 1628'de Karagümrük'teki Surp Nikoğos Kilisesi Ermenilerden alınıp Kefeli Camisine çevrilince, karşılığında Rumca adı Ayos Strati olan bu kilise Ermenilere verilmiş. Birkaç yangın geçiren kilise1835'de son halini almış. Kilisenin içinde 1727 tarihli bir demir kapı var. Bir tarafı Latince bir tarafı Almanca olan kapının kabartmaları, ejderhayı öldüren St. George'u ve tapınaktan hırsızları kovan İsa'yı gösteriyor. Söylenceye göre Topkapı Sarayı'nda demircilik yapan bir Ermeni usta bu kapıyı bulup, satın alarak buraya taktırmış.

Balat'tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eskiden küçük çapta bir tersane olan semtte, sokak aralarında sandallar, kayıklar küçük sürprizler olarak karşımıza çıkardı. Ayvansaray'da görebileceğimiz tarihi binalardan biri Bizans kilisesi iken camiye çevrilen yapı. 9. yüzyıldan kalma yapı Bizans haçı tarzında. Camiye çevrildiği ilk yıllarda adı Atik Mustafa Camisi iken, sonradan adı Hazret-i Cabir Camisi'ne çevrilmiş. Bunu, bitişikteki Hz. Muhammed'in Sehabe'lerinden Cabir Hazretlerinin türbesinin bulunmasına bağlıyorlar. Bu sokağın Dervişzade sokağıyla birleştiği köşede ise Vlaherna Meryem Ana Kilisesi var. Kilise ayazması ile ünlü. Geniş ve hoş bir bahçe içinde kurulu kilise, adından da anlaşılacağı gibi, zamanında büyük bir saray olan Vlaherna Sarayı'nın kilisesi imiş. Ama şimdi saraydan bir kalıntı yok.

İstanbul'un belki hala yaşıyan bir güzelliğine örnek olarak, ayazması olan kiliselerde şifa aramaya gelen Müslümanları görmek burada da mümkün. "Umudun sonu yok" diyerek şifa aramaya gelen Müslüman kişiler, din farkı gözetmeksizin papaza dilediklerini söylüyorlar, papaz da onlara " Allah şifa versin" diyerek dua ediyor. Eskiden çok olağan karşılanan bu görüntüler, bugünün bağnazlığı karşısında bir umut beslememize vesile oluyor.

Kiliseden yokuş yukarı çıkarken solda harap Toklu Dede Mescidi, ileride sağda İvaz Efendi Camisi var. Çift kapılı caminin ilginç bir özelliği minaresinin ters yönde olması. Caminin bahçesinde İzak Angelos kulesi yeralıyor. Bizans'da önemli bir yere sahip olan İzak Angelos, 1188 yılında bu temaşa kulesini yaptırmış. Ünlü Anemas Zindanları bu kulenin altında yeralıyor. Angelos, kulesini yaptırdıktan yedi yıl sonra altttaki zindanlara atılır. Orada gözleri kör edilir. 1213'de oğlu VI. Alexius'la birlikte yeniden imparator olur. Ancak iki yıl sonra her ikisi de yeniden Anemas Zindanlarına gönderilirler ve orada boğdurulurlar.

Arap asıllı olduğu söylenen komutan Anemas'ın adıyla anılan zindan 60 m uzunluğunda, sağa ve sola 15'er m genişliğinde. Hep ünlü kişilere "zindan" olmuş Anemas Zindanlarında 6 imparatorun yaşamını yitirdiği söylenir. Fatih Belediyesi'nin yüklüce bir masrafla temizlettiği zindanlar eğer halka açılırsa bu görkemli yapıyı görmek herkes için mümkün olabilecek.

Anemas Zindanları'ndan aşağıya doğru yürüyünce Leon Surlarına çıkıp Haliç'e şöyle bir tepeden bakıyoruz. Şimdiye kadar anlatıklarımızla yitirilen güzelliklerden geriye kalanları birleştirip eski Haliç'i gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Daha fazla çirkinleşmeye meydan vermemek için belki hala geç değildir diye umut ediyoruz.

Faruk PEKİN

Hiç yorum yok: