13 Eylül 2007 Perşembe

İSTANBUL'UN ORTA YERİNDE YÜKSELEN BİR MISIR ANITI: DİKİLİTAŞ

Şehr-i İstanbul' un tarihi kadar eski bir Mısır anıtıdır o.. Bizans döneminin Hipodromu, Osmanlı'nın At Meydanı Sultanahmet'in ortasında yüz-yıllara kafa tutarcasına dimdik, vakur yükselir bulutlara doğru ..

Dili olsa da bir anlatıverse !..Kaidesi önüne kadar gelip hayret, saygı ve hayranlıkla kendisini uzun uzun seyreden ne firavunlar, ne imparatorlar, ne sultanlar görmüştür o.. Kimi zaman bir zaferin coşkulu kutlamalarına, kimi zaman yanı başında kurulan darağaçlarındaki toplu idamlara, kimi zaman da kanın gövdeyi götürdüğü ihtilâllere tanık olmuştur..Ama, benliğindeki minicik gözeneklerinin derinliklerine dek işlemiş en büyük, en eski ve en değerli anıları; var olduğu, yontulup şekillendirildiği, tanrılar tanrısının evinin ortasına dikildiği ülkede yaşamıştır..İstanbul' la özdeşmiş, İstanbul' un tarihi ile törpü-lenmiş, 3500 yaşında çok eski bir Mısırlı'dır o..

Evet, İstanbul'umuzun orta yerinde yükselen Dikilitaş'tan söz ediyo-rum.. Firavunlar Mısır'ının altın çağı Yeni İmparatorluk döneminin savaşçı krallarından, III. Tutmosis'in tanrılar tanrısı Amon' a şükranlarını sunmak için, M.Ö. 1450 yılında, tarihin gelmiş geçmiş en büyük tapınağı Karnak ‘ta diktirmiş olduğu anıt taşlardan biri bu. Eski Mısır'dan günümüze gelen hemen bütün öteki dikilitaşlar gibi, güney Mısır'ın Assuan kentindeki ocaklarda çıkartılan granitten yapılmış. Eski Mısır'ın en zor işlerinden biri de, devasa bir heykel ya da anıt yapımı için granit gibi büyük yekpare bir taşın bulunup yerinden sökülmesiymiş. Çünkü, içi kırık olmayan, çatlaksız büyük bir bloğun ortaya çıkartılması o kadar kolay bir iş değil..Bir tane sağ-lamını bulabilmek için, bazen onlarcasını ortaya çıkartıp denemek gerekiyor.

Firavun III.Tutmosis, emretmiş mühendislerine, generallerine.. Başta Karnak olmak üzere, büyük tapınaklarda, üzerlerinde adının ve tanrılara olan şükranlarının kazılı olduğu birer dikilitaş dikilmesini istemiş. Mısır'daki granit yoğunluğunun merkezi Assuan'da yekpare taşlar bulunup yerlerinden sö-küldükten sonra, ağaç tomrukları üzerinde yuvarlana yuvarlana Nil kıyısına kadar taşınıp, oradan da özel olarak yapılmış büyük teknelere bindirilerek kuzey Mısır' daki yerlerine gönderilmişler.. Eski Mısırlılar, hemen her şeyde olduğu gibi, bu konudaki dahiliklerini de göstermişler. Mükemmel bir denge sağlayıp alabora olmalarını önlemek için teknelerinin boş gövdelerini merci-mek, buğday, bakla türünden zahireyle doldurup, üzerlerine tonlarca ağırlığın-daki bu taşları yatırmışlar. Bu taş blokların yerlerinden sökülüp çıkartılması da bir başka mühendislik harikası.Aynen, Hititler'de olduğu gibi, bilhassa sıcak mevsimlerde, bulunan büyük blok taşların üzerine birbirine eşit aralıklarla tek bir çizgi üzerinde on-yirmi santim derinliğinde delikler açıp, bu deliklerin içine abanoz, sedir, gürgen gibi sert ağaçların kazık şeklinde kesilip hazırlanmış parçaları sıkıştırılıyormuş. Daha sonra da muntazam şekilde içlerine su doldurulan deliklerdeki ağaç parçaları birkaç günde şişmeye başlıyor, bir yandan güneş ışınları altında ısınan taş, bir yandan da ıslanıp şişen ağaç parçacıkları taşı sıkıştırıp patlatıyor, boydan boya düz bir çizgi üzerinde ayrılan blok yerinden kolaylıkla sökülüp çıkartılıyormuş. Bugün, Mısır'ı gezip görmeye gidenler, Assuan'daki firavunlar döneminden kalan taş ocaklarında, eski Mısırlılar'ın taş blokları patlattıkları yerlerin izlerini tüm açılklığı ile görebi-liyorlar. Bizde de, Anadolu ‘da Kapadokya bölgesinden Gaziantep yakınların-daki Yesemek'e kadar Hititler'in çıkartmış oldukları bazalt blokların yerlerin-deki izleri görmek mümkün.

Bizim Sultanahmet'teki dikilitaşımız da aynı ameliyelerden geç-miş, Nil üzerinde özel bir tekne içinde taşınmış, önce başkent Teb'e getirilip , oradaki Karnak Tapınağı'na dikilmiş, daha sonraki dönemlerde de, Kuzey Mısır'da Kahire yakınlarındaki Heliopolis Tapınağına getirilip yerleştirilmiş..

Dikilitaşlar antik Mısır'da simgesel olarak, yeryüzünde ve ölüm-den sonraki yaşamlarında firavunlara enerji veren bir anıt olarak görülmüş-ler..Eski Mısırlılar'ın inanış biçimlerine göre milyonlarca yıl devam edecek bu yaşam içinde, göklere doğru yükselen ve tepesindeki piramit şeklindeki uç noktada altın ya da elektrumdan yapılmış şapka biçiminde bir örtü bulunan dikilitaş simgesel olarak, güneşten aldığı enerjiyi öteki alemdeki firavunun ruhuna ileten bir aracı olarak görülmüş.. Yüzyıllar sonra, Bizans'ın kurucusu İmparator I. Constantinus tarafından, adını verdiği başkente, egemenliği altında bulunan ülkelerden prestij bir anıtın gönderilmesi istendiğinde, Mısırlı yöneticiler Karnak Tapınağı'na dikilen, ardından da Heliopolis Tapınağı'na götürülen bu anıtsal taşın gönderilmesine karar vermişler.. Karar verilmesine verilmiş te, bu taş yerinden oynatılıp yola çıkartılana kadar İmparator Cons-tantinus yaşamını yitirmiş..337 Yılında, oğlu II. Constantinus başa geçtiğinde, aynı şekilde taşın bir an önce İstanbul'a gönderilmesini istemiş; ama ne çare ki, tonlarca ağırlığındaki III.Tutmosis'in dikilitaşı uzun uğraşlardan sonra ancak İskenderiye'ye kadar taşınabilmiş..Tabii ki bu arada İmparator II.Cons-tantinus ‘ta ölüp gitmiş.. 361 Yılında, tahta oturan yeni imparator Julianus, kendisinden öncekilerin vasiyetini yerine getirebilmek için kolları sıvamış, ikti-dara geçer geçmezde Mısır Valisi'ne dokunaklı mektup yazıp, dikilitaşın İstan-bul'a gönderilmesini istemiş. Tarihçi Marcellinus Comes‘ in yazdıklarına göre, dikilitaşın tam olarak İstanbul'a ne zaman getirildiği bilinmiyor, ancak tarihi kaynaklar ve anıtın üzerindeki kitabelerden anlaşıldığı gibi, Julianus ‘tan sonra tahta geçen İmparator I. Theodosius'un dönemine rastlayan 390 yılında hipodromun ortasında, “spina” adı verilen platformdaki yerine oturtulduğu anlaşılıyor. 19,59 m. Yüksekliğinde olan Mısır dikilitaşımızın, 6 m' lik eksik bölümü, büyük olasılıkla Mısır'dan İstanbul'a gönderildiği zaman naklindeki zorluk nedeniyle kesilmiş, fakat günümüze dek kesilen parçanın nerede ve nasıl kullanıldığı meçhul. Bilinen tek şey, eksik parçanın bugüne kadar ortaya çıkmamış olduğu. Bu da gösteriyor ki, belki büyük bir heykel yapımında, ya da bir yapı inşasında kullanıldığı olası.

Sultanahmet Meydanı'nı süsleyen dikilitaş'ın dört yüzü üzerindeki, eski Mısır'ın kutsal yazısı hiyeroglifle işlenmiş yazılardan da anlaşıldığı gibi, Kral III. Tutmosis, bu anıtı, Asya topraklarında düşmanlarına karşı kazanmış olduğu zaferlerin anısına diktirmiştir. Dikilitaş'ın en tepesinde yer alan, bir taht üzerinde oturur şekilde tasvir edilmiş Tanrılar Tanrısı Amon'un önünde diz çöküp şükranlarını arzeden firavun için şunlar yazılmış :

“ Güneşin altın rengini dünyaya saçıp, her şeye yaşam, ebediyet ve tat veren Tanrılar Tanrısı, Gökyüzünün Sahibi Amon'un sayesinde denizleri aşarak iki ırmak arasındaki ülkeleri zapteden, zengin, güçlü ve becerikli Kral III. Tutmosis, Tanrılar Kralı Amon'a şükranlarını sunmak için saltanatının otuzuncu yılında bu anıtı diktirdi.”

Dikilitaş'ın mermer kaidesi üzerindeki doğu yüzünde yer alan, o dönemin ülkeler arası diplomatik dili Latince ile yazılmış kitabede de şu cümlelere yer verilmiş :

Önceleri direnmiştim, fakat yüce Efendim'e boyun eğmek ve onun tiranlar üzerine kazandığı zaferin çelengini taşımak bana emredildi. Her şey Theodosius ile onun uzun sürecek sülâlesine itaat ediyor. Bana da böylece galip gelindi ve Proclus'un yönetimi altında üç defa on günde yükselmeye mecbur edildim.”

Batı yüzündeki, Bizans'ın resmi dili Yunanca ile yazılmış kitabede ise şu satırlar işlenmiş :

“Uzun süre toprak üstünde bütün ağırlığı ile yatan dört yüzlü direği dikmek cüreti sadece İmparator Theodosius'a nasip oldu.Bu işi başarmak için Proclus'u yardıma çağırdı ve böylece taş otuz iki günde yerine dikilebildi.”

Bu kitabelerdeki yazılardan da anlaşıldığı gibi dikilitaşın yerine di-kilmesi bir ay sürmüş. Manivela sistemiyle nasıl yerine yerleştirilip oturtuldu-ğu, kaidenin kuzey yüzündeki yontuda gösterilmiş. Gene kaidenin dört bir yanında, imparatorluk locasındaki Theodosius ve ailesi, kendilerini çevreleyen devlet ileri gelenleri ve muhafızlar; ayrıca imparatorluk locası önünde danse-den kızlar, orkestra, antik hipodromda yapılan at yarışları ve dikilitaş gibi hipodromun ortasındaki platformu süsleyen anıtlar ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiş.. Bu mermer kaidenin üzerinde, dört bir köşede yer alan 50 cm. yüksekliğindeki bronz takozlardan anıtın içine giren şiş biçimindeki pikler yüzyıllardan beri, dikilitaşın depremlere karşı ayakta kalabilmesini sağlamış-lar. Tarihi kaynaklarda da yazılı olduğu gibi, ilk dönemlerde bu anıtın tepesin-de yer alan bronzdan yapılmış, küre şeklindeki evreni simgeleyen top, 869 yılında meydana gelen büyük deprem sırasında düşmüş ve bir daha da yerine konmamış.

Büyük seyyahımız Katip Çelebi, ünlü “Seyahatnamesi”nde, Sultanahmet'te, At Meydanı'nın ortasında yükselen Mısır dikilitaşının tılsımlı olduğunu ve İstanbul'u afetlerden koruduğunu yazar..

……………………………………….

İstanbul'la özdeşmiş, yüzyıllardan beri bu dünya kentini süsle-yen, gelen turistlerin önünde hatıra fotoğrafları çektirdiği “tılsımlı” anıt, Nil Vadisi sınırları dışında kalan, dünyadaki beş büyük Mısır dikilitaşından biri olarak ta ünlenmiştir. Tarih süreci içinde kendi topraklarından çok uzaklara taşınıp götürülmüş olan bu ünlü dikilitaşlar sırayla Roma, İstanbul, Paris, Londra ve New York metropollerinde, yüzyıllara meydana okurcasına dimdik durmaya devam etmektedirler.



( Taş Dünyası Dergisi / Sayı : 38 / Eylül-Ekim 2004 )

Turgay TUNA

İSTANBUL ÇEVRESİNDE YEMEKLİK OLARAK KULLANILAN BAZI BİTKİLER

İstanbul, Avrupa ve Asya kıtalarının birbirine yaklaştığı yerde bulunmasından,aynı zamanda Karadeniz ile Akdeniz’i Marmara Denizi ile birbirine bağlayan doğal köprü oluşturmasından coğrafya bakımdan özel bir konuma sahiptir. Bu özel durum, Akdeniz ile Karadeniz ikliminin etkisinde bırakarak, zengin bir bitkisel yapıya sahip olmasına neden olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde İstanbul ve çevresinde yaşayan kültürlere göre, bu bitkisel zenginliğin kullanımı çok farklıdır.

Yaklaşık, iki bine yakın bitki türüne ev sahipliği yapan İstanbul ve çevresinin bu günlerde en büyük çevresel problemi doğal alanlarını kaybetmesidir. Buna rağmen İstanbul’da yaşayan farklı kültürlerdeki insanlar, dar ve sınırlı doğal alanlarda yayılış yapan bitki türlerinden çeşitli şekillerde yararlanma yoluna gitmişlerdir. Doğal bitki türleri, halk tarafından toplanıp, yılın değişik mevsimlerinde toplanarak tüketilmektedir. Bu bitkileri İstanbul’un değişik yerlerinde kurulan pazarlarda görmek mümkün olmaktadır.

EKŞİ KULAK, (Rumex acetosella L. (POLYGONACEAE), Karabuğdaygiller)
Çok yıllık yapıda, otsu bitki olup, sürgünleri 15-40 cm boyunda, çıplak ve ince tüylüdür, dik durur. Yapraklar ok şeklinde, ortadaki lop mızrak-ters mızrak şeklinde, yan loplar parçalanmış ve çıplaktır. Erkek ve dişi organlar farklı çiçekler şeklinde her bitkide ayrı, ayrı bulunurlar. Fındıksı meyve kahverengi ve parlaktır. Çiçekler Mayıs-Ağustos arasında çiçek açar. Tarla, kıyı, terkedilmiş yerler ve döküntü arazilerde 0-2300 m arasında yetişir.

Halk tarafından ekşi olan yaprakları toplanarak çiğ olarak veya pişirilerek sebze olarak kullanılmaktadır. Peklik verici (buruşturucu ), kan temizleyici, iştah açıcı özellikleri vardır. Yemeklik olarak, genellikle bitkinin yaprakları salata malzemesi olarak kullanılmaktadır.

LAPAZA, (Rumex obtifolius L. (POLYGONACEAE), Karabuğdaygiller)
Çok yıllık yapıda, otsu bitki olup, 50-100 cm ‘ye kadar boylana bilmektedir. Saplı olan yaprakları şerit veya eliptik şeklinde olup kenarları dişlidir. Yeşilimsi çiçekleri Haziran- Eylül ayları arasında açar ve salkım şeklinde bulunmaktadır. Erkek ve dişi organlar farklı çiçekler şeklinde her bitkide ayrı, ayrı bulunurlar. Orman içi açıklıklarda , nemli yerlerde 1600 m ye kadar yayılmaktadır.

Halk tarafından yaprakları toplanarak çiğ veya pişirilerek sebze olarak kullanılmaktadır. Ayrıca Ekim- Kasım aylarında köklerinden yararlanılmaktadır. Peklik verici ( buruşturucu ), kan temizleyici, idrar artırıcı özelliğinden kansızlık, kabızlık, ülser gibi hastalıklara iyi gelmektedir

Yemek olarak; soğan, pirinç ve etle karıştırılarak yapılan karışım bitkinin yapraklarına sarılarak zeytin yağıyla pişirilerek dolma olarak yenilmektedir.

YILANDİLİ (Plantago lanceolata L. (PLANTAGINACEAE), Sinirotugiller)
Çok yıllık yapıda, otsu bitki olup, 10-60 cm boyunda, yaprakları rozet formludur. Sapsız veya saplı olan yapraklar 4-42 cm boyunda 0,4-5 cm genişliğinde mızrak-yumurta şeklindedir. Yaprak kenarları tam veya düzensiz olarak sivri dişlidir. Çiçekler, başak şeklinde toplanmış çok sayıda erkek ve dişi organları aynı çiçekte bulunan kurul oluştururlar. Meyve açılır kapsül şeklinde olup, tohumları kahverengi ve pas rengindedir. Çiçekler Nisan–Ekim aylarında açmaktadır. Deniz kenarlarında, kumlu sahillerde, çayırları bataklık alanlarda, maki akarsu kıyıları, çam ormanları ve terk edilmemiş yerlerde 0-3050 m arasında yetişmektedir.

Halk tarafından ilk baharda yaprakları çiğ olarak, salata yaparak yenilmektedir. Ayrıca sebze olarak da yemeklerde kullanılmaktadır. Kökü ise bütün yıl boyunca sebze olarak kullanılmaktadır. Peklik verici ( buruşturucu ), tatlandırıcı, idrar artırıcı, kan temizleyici özellikleri vardır. Ergenlik, bronşit, yara, nezle, kabızlık, ishal, yılan veya böcek sokmasına iyi gelmektedir.

Yemeklik olarak, bitkinin yaprakları çiğ sebze şeklinde salata malzemesi yapımında kullanılmaktadır.

DAMAR OTU ( Plantago major L. (PLANTAGINACEAE), Sinirotugiller)
Çok yıllık yapıda, 10–50 cm boylanabilen rozet formlu bir bitkidir. Geniş eliptik yumurta şeklinde yapraklar 3-37 cm boyu ile 1-11,5 cm genişliğinde olup, kenarları sivri dişli veya dalgalıdır. Yaprak sapı genellikle aya boyutundadır. Çiçekler, başak şeklinde toplanmış çok sayıda erkek ve dişi organları aynı çiçekte toplanmış kurul oluştururlar. Başağın taban kısmı gevşek, fakat diğer kısımları sıktır. Meyve açılır kapsül şeklinde olup 6-30 tohum bulunmaktadır. Akarsu kıyıları, çayırlar, terk edilmiş yerlerde. Çam ormanları, kayalı dağların yamaçlarında 0-2440 m de bulunur.

Halk tarafından yaprakları toplanarak çiğ olarak salatalarda kullanılmakta, ayrıca sebze olarak veya dolma yapımında kullanılmaktadır.

Yemeklik olarak, bitkinin yaprakları salata malzemesi olarak kullanılmaktadır. Aynı zamanda soğan, pirinç, etle hazırlanan karışım büyük yapraklara sarılarak, damar yaprağı dolması yapılmaktadır.

HODAN, KALDİRİK (Trachystemon orientale (L.) G. Don.L (BORAGINACEAE), Hodangiller)
Siyahımsı, soğanlı (toprak altında gövdesi olan) bitkilerin gövdeleri 20-60cm boyunda olup, dik durumlu, az dallanmıştır. Gövde ve yapraklar seyrek olarak tüylüdür. Gövdenin tabanında yer alan yaprakların sapı 20-25 cm dır. Yaprak ayası yumurta–yürek şeklinde olup, 20x18 cm. boyutlarındadır. Gövde de bulunanlar ise keman şeklinde, sapsız ve yaprak tabanındaki yaprakçıklar gövdeyi tamamen sarmış durumdadır. Çiçek kurulu gevşek salkım halindedir. Çiçeğin, alttaki çanak yaprakları 3-4 mm, morumsu-mavi renkli taç yaprakları lopludur, meyve fındıksı olup, 7 mm boyunda ve buruşuk yapıdadır. Mart-Mayıs aylarında çiçek açmaktadır. Karadeniz bölgesinin, hemen her yerinde Kayın ormanları, Meşe ormanları ve Gürgen ormanlarının altında, gölgeli akarsu kıyılarında 50-1000 m arasında bulunmaktadır.

Halk tarafından ilk bahar ve yaz aylarında, çiçekleri ve dalları, sonbahar aylarında yumruları ve gövdesi toplanarak sebze olarak kullanılmaktadır.

Yemeklik olarak, bitkinin köklerindeki yumrular, gövdesi ve dalları toplanarak temizlenir. Yüksek ateşte suda haşlanır, sonra bunlar parçalanarak yağda soğanla kavrulur içine yumurta çakılarak karıştırılır. Aynı zamanda yapraklarından dolma ve yumru, gövde, dallarından turşu yapılmaktadır.

KARA HİNDİBA (Taraxarum turcicum van Soest (ASTERACEAE), Papatyagiller)
Bitki tabanında rozet yapraklar sık yapıda, dar uçları küt, lopları kenarları dişli yapıda çok yıllık bitkidir. Bazı yapraklar yumurta biçiminde, damarlar bastırılmış geriye kıvrılmış durumdadır. Çiçekler uzun bir eksen üzerinde kömeç şeklinde, kurul oluşturur ve sarı renklidir. Tek tohumlu açılmayan meyve saman sarısı renginde 5 mm, uçmaya yarayan gaga ise 9-10 mm olup Mart-Nisan aylarında çiçek açar. Orman içi açıklıklarda, akarsu düzlüklerinde, çayırlık alanlarda bulunmaktadır.

Halk tarafından yaprakları toplanarak taze sebze olarak salatalarda kullanılmaktadır. İştah açıcı, kan temizleyici özelliği vardır. Damar sertliği, kolesterol, karaciğer, şeker ve varis gibi hastalıklara iyi gelmektedir.

Yemeklik olarak, bitkinin yaprakları salata malzemesi olarak kullanılmaktadır.

RADİKA, HİNDİBA ( Cichorium inthybus L. ( ASTERACEAE ), Papatyagiller )
Tüylü veya çıplak, çok yıllık otsu bitkilerdir. Gövde sert oluklu ve 20-1000 cm boyundadır. Tabanda yer alan yapraklar kısa saplı, ters mızrak şeklinde, kenarları dişli veya geriye doğru kıvrıktır. Gövde de bulunanlar ise diğer yapraklara benzer, fakat sapsızdırlar. Çiçek kömeci kalınlaşmış çiçek sapları ucunda veya yan durumlu olarak bulunur. Çiçeğin dışındaki pulsu gülcük diş yaprakları yumurta, içtekiler mızrak şeklinde olup, dış tarafındakinden 2-3 kez daha uzundur, çıplak veya uca doğru kaba tüylüdür. Kör çanak, kapçıktan 8-10 kez daha kısadır. Tarım alanlarında, çayırlarda, döküntü alanlarda 0-3000 m arasında yayılmaktadır.

Halk tarafından yaprakları Haziran- Eylül ayında toplanarak çiğ olarak salatalarda kullanılmaktadır. Son bahar aylarında kökleri toplanarak kaynatılıp içilmektedir. Kan temizleyici, idrar artırıcı, kuvvet verici, ateş düşürücü özellikleri bulunmaktadır. Kansızlık, iştahsızlık, şeker ve karaciğer gibi hastalıklara iyi gelmektedir.

Yemeklik olarak, bitkinin yaprakları salata malzemesi olarak kullanılmaktadır.

BÜYÜK ISIRGAN (Urtica dioica L. (URTICACEAE), Isırgangiller)
Çok yıllık, 30-150 cm boyunda, bitkinin tamamı yakıcı tüylerle kaplıdır. Yapraklar geniş yumurta (dar mızrak) şeklinde, 4-11x3-10 cm büyüklüğünde olup, kenarları keskin ve kaba olarak dişli, yaprak damla uçludur. Erkek ve dişi organlar aynı veya farklı çiçeklerde buluna bilirler. Erkek ve dişi çiçek kurulları form bakımında birbirine benzer 8 cm kadar olup dallanmıştır. Dişi çiçekler uzun saplı küresel kurullarda toplanırken, Erkek çiçekler başak şeklinde ipliksi kurul oluştururlar. Haziran-Eylül aylarında çiçek açar. Gölgeli rutubetli yerler, akarsu kenarlarında 500-2700 m de bulunur.

Hak tarafından yaprakları ve genç gövdeleri toplanarak sebze olarak kullanılmaktadır. Ayrıca bu bitkiden elde edilen su tedavi amaçlı kullanılmaktadır. Kan temizleyici, idrar artırıcı, şeker düşürücü özellikleri vardır. Kansızlık, şeker, ishal, ödem, saç dökülmesi gibi hastalıklara iyi gelmektedir.

Yemeklik olarak, bitkinin gövde, dalları ve yaprakları haşlanır, sonra mikser ile çırpılarak; mısır unuyla karıştırılarak tere yağda pişirilir.

DELİ MAYDANOZ ( Oenanthe pimpinelloides L. ( APIACEAE ), Şemsiyegiller )
Gövdesi dik vaziyette duran, dallanmış, çıplak yapıda gövdeleri 100 cm kadar boylanmış, çok yıllık otsu bitkilerdir. Kökleri yumruludur. Taban kısmında yer alan üç köşeli ve 3-4 tane tüysü yapıda olan yapraklar 22x10 cm boyutlarında olup, yumurta şeklinde loplu veya dişli, çok ender olarak da şerit şeklindedir. Gövde yaprakları şerit şeklinde üç boğumludur. Şemsiye şeklindeki beyaz çiçekler terminal veya yapraklarda karşılıklı olarak bulunurlar. Çiçek sapları 6-15, çiçeğin dış yaprağına sahiptir. Meyveleri silindir yapısındadır. Bataklık kenarlarında, orman içi açıklıklarda göl kenarlarında 0-1300 m’ ye kadar yayılmaktadır.

Halk tarafından ilk bahar aylarında rozet yaprakları çiğ ve pişirilmek suretiyle sebze olarak kullanılmaktadır.

Yemeklik olarak, bitkinin yumruları ve maydanoza benzeyen yaprakları, haşlanıp veya yağda pişirilerek yumurta ile karıştırılarak yenmektedir.


GICIR DİKENİ, DİKEN UCU ( Similax excelsa L.) LILIACEAE, ZAMBAKGİLLER
Sarılıcı yapıda, çalı formunda bir bitkidir. Kışın yapraklarını döken, yazın yeşil gövde üzerinde düz dikenleri bulunmaktadır. Yaprakları 4-8 cm uzunlukta yumurta biçiminde ve üç köşelidir. Yaprak tabanı düz yada yürek biçimindedir. 5-7 damarları bulunmakta olup parlak yeşil renklidir. Sonbaharda bu yapraklar solar ve kırmızı bir renk alır. Meyve 1-3 tohumlu yuvarlak, üzümsü meyve konumundadır ve kırmızı renklidir. Çok geniş bir yayılışı vardır, Marmara ve Karadeniz bölgesindeki ormanlık, çalılık alanlarda yayılmaktadır.

Halk tarafından taze sürgünleri ilkbahar ve yaz aylarında toplanarak çiğ olarak veya pişirilerek yenmektedir. Ayrıca sonbaharda tohumdan ve kökünden yararlanılmaktadır.

Yemeklik olarak, bitkinin taze sürgünleri çiğ sebze olarak tüketildiği gibi yağda soğanla kavrulup, yağda soğanla karıştırılarak yenilmektedir.

(AKSOY, N., 1999, Yemeklik Otlar I, Buğday Dergisi, Eylül-Ekim. Sayı:1
AKSOY, N., 1999, Yemeklik Otlar II, Buğday Dergisi, Kasım- Aralık Sayı:2 )

Necmi AKSOY

YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1. ACARTÜRK,R. 1996 ŞİFALI BİTKİLER FLORA VE SAĞLIĞIMIZ
OVAK yayınları Yayın No: 1 Mayıs 1996-ANKARA
2. BAYTOP,T. 1994, TÜRKÇE BİTKİ ADLARI SÖZLÜĞÜ
Türk Dil Kurumu Yayınları 578 1994- ANKARA
3. DAVIS,P.H. 1965-85 THE FLORA OF TURKEY AND EAST AEGEAN ISLANS
Vol: 1-10 EDINBURG
4. GÖKMEN H. 1977, KAPALI TOHUMLULAR
T.C. Orman Bakanlığı OGM yayını Sıra No:616 Seri: 55
5. SEÇMEN,Ö ve ARK. 1989. TOHUMLU BİTKİLER SİSTEMATİĞİ
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Kitapları serisi No: 116 – İZMİR
6. YALTIRIK, F., 1962, BELGRAD ORMAN FORMASYONUNUN FLORİSTİK ANALİZİ VE
KOMPOZİZYONU ÜZERİNE ARAŞTIRMALAR
T.C. Tarım Bakanlığı OGM Yayınları Sıra No:436 Seri:6 ANKARA
7. YALTIRIK, F., EFE, A.,1996, OTSU BİTKİLER SİSTEMATİĞİ
İ.Ü. Yayın No: 3940 Orman Fakültesi Yayın No:10 İSTANBUL

İSTANBUL'UN SIFIR NOKTASI: MILION TAŞI

Dünyanın her neresinde olursa olsun, kentlerin, yerleşimlerin bir merkez noktaları vardır.İşte o nokta kentin orta yeri olarak kabûl edilen mekândır. Antik dönemlerde kilometreler hep o noktadan itibaren hesaplanmış, haritalar ona göre çizilmiş, kervanlar ona göre yol almıştır. Bu noktanın bulunduğu yere, muhakkak her hangi bir tanrıya, bir kahramana veya geçmişteki bir zaferin anısına atfedilen anıtsal bir taş, bir sütun, bir duvar veya bir abide dikilmiştir.

Bizans döneminin İstanbul'unda , kentin “0” noktası olarak kabûl edilen merkez, Ayasofya'nın önünde uzanan Augusteion ( Zafer ) Meydanının batı ucunda yer alıyordu. Bugün, Yerebatan Sarayı girişinin hemen arka tarafına düşen, ve hızlı tramvay yolunun kenarındaki çukurluk bir yerde yükselen Bizans dönemine ait mermerden yapılmış sütunumsu bir taş, bir zamanlar burada bulunan ve kentin “0” noktasını gösteren görkemli Milion Anıtı'ndan günümüze kalabilmiş yegâne parça olarak görülmektedir. Bizans dönemi İstanbul'unda, kentin ortasından geçip giden ve Yedikule surlarındaki İmparatorluk kapısında son bulan, Bizans'ın ana caddesi Mese üzerindeki önemli anıtlardan biri olarak bilinen Tetrapilon şeklinde (dört sütun üzerinde) yükselen Milion Anıtı ilk defa, adını kente veren, İmparator I.Konstantinus tarafından 320‘ li yılların sonlarında yaptırılmış, Bizans'ın altın çağı olarak kabûl edilen 527-565 yılları arasında Bizans'a hükümdarlık yapmış I. Justinianus zamanında da yenilenerek üzeri güneş çemberi şeklinde bir taçla süslendiği yazılmıştır.

İmparatorluğun önemli merkezlerinin başkente olan uzaklıkları bu anıttan itibaren ölçülmüş, yol kenarlarına koyulan kilometre taşları da buradan itibaren yapılan mil hesabına göre yerleştirilmiştir. Bizans döneminde, yollar Roma mili hesabına göre hesaplanıyordu ve 1 Roma mili, yaklaşık 1,480 metreye eşitti. Aslında, Roma ‘da ve daha başka kentlerde, yerleşimler arası mesafeler şehir kapılarından itibaren hesaplanıyordu, ama Bizans, bu mesafe hesaplamasını sembolik olarak Milion Anıtı'ndan itibaren yapıyordu.Ayrıca, bu anıt, Roma'da bulunan, tarihi kaynaklarda adı Altın Milion anlamına gelen “Milion Aureum“ adındaki ünlü bir anıtsal yapıdan esinlenerek yapılmıştı.

Bizans'ın “Milion Anıtı”, taşlarla döşeli, platform şeklinde kare bir taban üzerinde yükselen, dört sütunun taşıdığı, dört tarafından kemerlerle desteklenmiş kubbeli bir yapıydı ve bir zamanlar Yerebatan Sarayı'nın arkasında bulunan Basilika Stoa Kilisesinin önünde yer alıyordu.

Bizans'ın ünlü tarihçilerinden Zosimos ve Hesihios kaleme aldık-ları tarihlerinde, Milion Anıtının, ilk dönemlerde, Hıristiyanlık öncesi tanrılardan, antik İstanbul kentinin de koruyucu tanrılarından biri olarak saygınlık görmüş, Tanrıça Tihe adına yapılmış bir anıt olduğunu ileri sürmüşlerdir. Gene eski kaynaklardan öğrendiğimiz gibi, I. Konstantinus zamanında, Tetrapilon şeklindeki anıtın doğu cephesinde ellerinde haç tutan İmparator Konstantinus ile annesi Helena'yı gösteren bir heykel grubunun yer aldığı, aynı cephede başında tacı, elinde borazanı ile bir Tanrıça Tihe tasvirinin de bulunduğu anlaşılmaktadır.

Ayasofya gibi birbirinden görkemli saray ve kiliselerin, sarnıçların yapıldığı ve Bizans İmparatorluğunun Mısır'dan Fas kıyılarına sınırlarını genişlettiği 527-565 yılları arasında Bizans'a hükümdarlık yapmış I. Justinianus döneminde, Milion Anıtı cephesinin bir güneş çemberiyle süslendiği; 711-713 yılları arasında kısa bir dönem tahtta kalan İmparator Filippikos döneminde de Hıristiyanlığa ait dinsel tasvirlerin eklendiği, 741-775 yılları arasında ise hüküm süren V. Konstantinus tarafından anıt üzerine Hipodrom' da yapılan at yarışları sahneleriyle süslü bir yontu grubunun yerleştirilmiş olduğu bilinmektedir. Bütün bunların yanında, tarihi kaynaklar, VIII. ve XII. yüzyıllar arasında, Ayasofya'da yapılan kimi imparatorluk törenlerinin kiliseden sonra bu anıtın altında devam ettiğini yazmışlardır.

1268 yılında, mülkiyeti Ayasofya Kilisesine verilen Milion Anıtı'nın varlığı, İstanbul'un fethinden sonraki Osmanlı döneminde de bir süre devam etmiş, ondan sonra da yavaş yavaş parçalanıp dağılarak, bugünlere, tek taşlı hali ile gelebilmiştir.

Milion Anıtı'na ait kalıntılar, 1957 Yılında, Sultanahmet Meydanı çevresinin İstanbul Belediyesi tarafından düzenlendiği dönemde ortaya çıkartılmıştır.

Yüzyıllar öncesinin İstanbul'un da, Bizans'ın ortasından geçip giden Mese Caddesi'nin son bulduğu Yedikule surlarındaki İmparatorluk kapısı, daha sonra Dalmaçya bölgesi üzerinden Roma'ya dek uzanıp giden Via Egnatia adıyla ünlü, kentler arası ana yolun başlangıcını oluşturuyordu. Buradan itibaren Via Egnatia güzergâhı üzerinde eski Yunan ve Roma dönemlerinde kullanılmış Hermesion adı verilen kilometre taşları bulunuyordu.

İstanbul surlarından çıktıktan sonra, önce, bizans'ta adı Kiklobion Burnu olarak geçen bugünkü Zeytinburnu kıyısındaki küçük balıkçı köyüne geliniyor, ardından Veliefendi Hipodromundan itibaren denize dek uzanan Askeri talimgâh ve resmi binalarla süslü bugünkü Yenimahalle tarafına, daha sonra da iki önemli kilise, iki saray, manastır, sarnıç gibi önemli yapıların bulunduğu Hebdomon'a, yani bugünkü Bakırköy'ün kıyı kesimine geliniyordu. Bizans döneminde, Bakırköy'e Hebdomon adı verilmesinin nedeni de, Milion taşından itibaren buraya kadar uzanan mesafenin 7 mil olmasından kaynaklanıyordu ve bu konum nedeniyle antik Bakırköy, Yunanca'da yedinci anlamına gelen Hebdomon sözcüğü ile anılmıştı. Hebdomon'dan sonra, Via Egnatia Reghion olarak anılan, askeri bir karakol konumundaki bugünkü Küçük Çekmece'ye geliyor, oradan itibaren de Andrinopolis (Edirne), Selanik üzerinden Dalmaçya kıyılarını takip ederek Lâtin dünyasının başkenti Roma‘ya ulaşıyordu.

Turgay TUNA

BİR KÜLTÜR MOZAİĞİ : HALİÇ

Pek çoğumuzun gravürlerden eski güzelliğini görüp ya çevre yoluna çıkmak için arabayla hızla geçtiğimiz ya da uzaktan şöyle bir göz attığımız Haliç, şüphesiz eski güzelliğinden çok şey yitirmiş durumda. Ama bir zamanların oldukça renkli bir diller ve dinler moziyiğine sahip olan Haliç'te, o güzel dokuyu duyumsamak hala olası. Bugün, pek çoğumuzun görmeye, gezmeye değer bulmadığı Haliç sokaklarında bir gezintiye çıkacağız. Rum, Ermeni, Türk, Yahudi, Bulgar yerleşimlerinin iç içe geçtiği bu mekanlardan günümüze kalabilen o eski zenginliği yansıtabilen mimari yapıları, sokakları, evleri, zamanımıza sığdırabildiğimiz ölçüde efsaneleri, tarihleri ile birlikte görmeye çalışacağız. Gezimize başlarken Haliç'in sadece Unkapanı köprüsüyle surlar arasında kalan bölgesini (yaklaşık Haliç'in altıda biri) bir günde ancak gezebileceğimizi belirtelim hemen.

Haliç, yüzyıllar boyunca, İstanbul'un aranılan, seçkin bir semti olmuş. Hali vakti yerinde olanlar, Haliç kıyılarında ve sırtlarında oturmayı tercih etmişler. Deniz kıyısı, ama sakin bir kıyı; havadar ama rüzgara karşı korunaklı bir bölge olması tercih sebeplerinin arasında yer alıyor. Gemilerin kıçtan, doğrudan karaya yanaşabildikleri bir liman olması nedeniyle de ticaret oldukça hareketli bir yer yapmış Haliç'i. Bu hareketliliğe çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar topluluğu da eklenince zengin bir mozaik çıkmış ortaya.


Özellikle Bizans döneminde şehrin Rum Ortodoks topluluğunun yanısıra, Museviler, Bizans İmparatorunun izniyle İstanbul'da koloni kuran Akdeniz'in tüccar ve denizci şehir devletlerinin temsilcileri de Haliç kıyılarına yerleşmişler. İstanbul'un fethinden sonra şehir nüfusunda köklü değişiklikler olur. Herşeyden önce Müslüman-Türk topluluklar yerleşmeye başlar.

15. yüzyıl sonunda İspanya'dan kovulan Yahudiler, II. Beyazid'ın çağrısıyla Türkiye'ye gelirler. Sofu Beyazid adıyla da bilinen padişah II. Beyazid, İspanya kralı Ferdinand'a Yahudiler'in kendi topraklarına bir zenginlik katacağına inandığı için onları kabul etmekten büyük kıvanç duyacağını bildirmişti. İstanbul'a gelen Yahudilere Balat semti gösterilir. Bizans dönemi sonrasında da Ortodoks nüfus Fener'de yoğunlaşır. Buna karşın Bizans döneminde yaşayan İtalyan kolonileri bu bölgeyi terkederek Galata civarına taşınır. Zamanının bu zengin etnik ve kültürel bileşimi elbette beraberinde güzel binalar, bahçeler, evler ve dini yapıları doğurur. Şimdilerde bu dar sokaklarda, birbirine yaslanarak duran harap evlerde, bir günlük bir gezi boyunca, o güzel dönemleri anımsatan ilginç ayrıntıları, dini yapıları biraz zorlanarak da olsa, görmek olası.


Gezimize Cibali'den başlıyoruz. Cibali Müslüman nüfusun yoğun olduğu bir semt. Hemen cadde üzerinde Aya Kapı yakınında Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülüyor. Dışarıdan dikkatlice bakarsanız, biraz üstünde Gül Camisi adıyla bilinen Aya Teodosya Kilisesi'nin duvarlarını görebilirsiniz. Birazdan Gül Camisi'ne tekrar dönmek üzere Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi'ne şöyle bir göz atalım. Aya Nikola Kilisesi'nin en belirgin özelliği avlu içinde, kilise kapısının hemen üzerinde asılı duran kristallerle süslü bir gemi maketidir. Aya Nikola'nın balıkçıların, denizcilerin koruyucusu oladuğunu buradan anlıyabiliriz. Bazilika tipinde inşa edilen kilisede cemaatin azlığı nedeniyle sadece yortularda ayin yapılmakta. Aya Nikola Kilisesi 1720'li yıllarda Aynaroz Vatopedi Manastırı'nın metekhionu olarak yapılmış.

Cibali'nin en göze çarpan yapısı, bugünkü adıyla Gül Camisi, eski Bizans kilisesi, Aya Teodosya. Türkler zamanında epey tamir gören bu görkemli yapının II. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmekte. Mimari planı "Bizans Haçı" diye tanımlanan tipe uygun. Duvarları oldukça yüksek ve kırmızı tuğlalı bu yapının ilginç bir de öyküsü var.

Fetihten öbceki gün Aziz Teodosya günüymüş. Şehir halkı o gece ibadete gelmiş ve kendilerini Türklerden koruması için dua ettikleri azizeye güller getirmişler. Ertesi gün şehri fetheden askerler, kilisenin içini güllerle dolu görünce buraya Gül Camisi adını vermişler.

Aya Teodosya Kilisesi (Gül Camisi), Aya Sofya'dan sonra en büyük kiliselerden biri olma özelliğini de taşıyor. Dışarıdan oldukça görkemli ve iyi bir yapı izlemini veren caminin içine girilince bu görkemin boşa olmadığını anlıyorsunuz. Üç apsisli yapının içinde, üst katta bir de mezar var. İsa'nın havarilerinden birinin burada yattığı rivayet olunuyor. Bir başka söylenceye göre de, son Bizans imparatoru burada yatıyormuş, ama bunlar kanıtlanamayan söylenceler.

Kiliseye adını veren Aya (veya azize) Teodosya'ya gelince; İmparator III. Leon 726 tarihinde tüm ikonaların ortadan kaldırılmasını buyurur (İkonaklast dönemi 726-843 yıllarını kapsar). Teodosya, bu kilisedeki ikonların kırılmasına karşı çıkar, diğer kadınlarla birlikte İmparatorluk Sarayı'ndaki İsa resmini indiren askeri linç eder. Ancak peşine düşen askerler tarafından, Aksaray'da yakalanır ve öldürülür.

Gül Camisi'nin karşısında II. Beyazid'in vezirlerinden Küçük Mustafa Paşa'nın yaptırdığı hamam dikkatinizi çekebilir. 1512 öncesinde yapılan yapı, halen kullanılan en eski hamam özelliğine sahip.

Yolumuza Fener'e doğru devam ediyoruz. Eski bir Bizans kilisesinden dönüştürülen Sinan Paşa Mescidi, Mimar Sinan'ın Havuzlu Hamamı, Yeni Ağa Kapı çevresinde ilginç evler yeralıyor. Yokuş yukarı çıkarken köşede Dimitiri Kandemir'in evi var. Kapısında herhangi bir levha olmadığı için evi bilmeyenlerin tanıması zor. Dimitri Kandemir, 18. yüzyıl başı Eflak Voyvodalarından, kültürlü, 7-8 yabancı dil bilen, zengin bir kişi. Siyasetciliğinden çok klasik Türk müziğine yaptığı katkılardan dolayı bizim için önemli.Klasik Türk müziği üzerine en eski kitaplardan birini yazmış ve yaklaşık 300'den fazla şarkıyı notalarıyla birlikte kağıda geçirerek günümüze dek gelmelerini sağlamış bir kişi. Bundan birkaç yıl önce Romanya Başkonsolosluğu, Eflak Voyvodası olan Kandemir'i anmak için evinin kapısına bir levha koydurtmuş ama kadirşinazlıkla arası pek iyi olmayan kişilece tahrip edilmiş. Bir süre önce yenilenmiş.

Merdivenli yokuştan yukarı doğru çıktıktan sonra sola dönünce duvarları kırmızı aşı boyalı "Moğolların Meryem'i" (Muhliotissa) veya "Meryem Ana Kilisesi"ni görüyoruz. Kilisenin birkaç önemli özelliği var. Bunlardan ilki İstanbul'un fethinden bugüne dek camiye çevrilmeden ayin yapılan tek kilise olması. Bu da içerdeki Fatih Sultan Mehmet'in özel fermanıyla sağlanabilmiş.

Fatih, kendi adıyla bir cami yaptırmak isteyince uygun bir yer beğenir (şimdiki Fatih Cami) ve Hristodulos isimli mimara bu görevi verir. Mimar, belki de bu ünvandan cesaretlenerek Meryem Ana Kilisesi'nin yıkılmasını önlemek için Fatih'ten özel izin rica eder. Kilisenin ibadete açık kalmasını buyuran ferman bugün de içerde asılı duruyor. Tabi yüzyıllar geçip hoşgörü ve saygı azalmaya başladığında bu fermanı ele geçirip yok etmek isteyen Müslümanlar olmuyor değil ama neyse ki Kilise bu badireleri de atlatmış.

"Moğolların Meryem'i" adına gelince, masalı andıran ilginç bir öyküsü var. Bizans İmparatoru Mihail Paleologos, kızı Prenses Maria'yı Moğol İmparatoru Hülagü Han ile evlendirmeye karar verir. Kızını bir kervanla 1265'de İran'a gönderir. O zamanın şartlarında yolculuk kaç gün sürdü bilinmez ama Prenses Moğol sarayına vardığında Hülagü Han'ın ölüm haberini alır. Saraydakiler, bunca yolu boşuna gelmiş olmasın diye Prensesi Hülagü Han'ın oğlu Abaka Han ile evlendirirler. Maria, Abaka Han'ı Hıristiyan yapar ve 15 yıl evli kalırlar.

Abaka Han kardeşi Ahmet tarafından öldürülünce, saray onu yine evlendirmeye kalkar ama bu kadar Moğol yaşantısı yeter diyen Maria, yurduna döner; bir manastıra kapanır ve bu kiliseyi yaptırır. Kilise, "yonca" diye bilinen mimari plana uygun olarak yapılan iki kiliseden biri. Ancak geçirdiği onarımlar nedeniyle yonca planı epey bozulmuş. Özellikle içine girdiğinizde bu bozulmadan dolayı göze çarpan simetrisizlik herkesi şaşırtıyor. İçerde içbükey ikonlar ve en önemlisi Bizans çağından kalma mozayik Meryem portresi yeralıyor.

Moğolların Meryem!i Kilisesi'nden çıktığımızda, Fener'in - belki de Haliç'in- en olağanüstü, en inanılmaz, bir masal şatosunu anımsatan yapısıyla karşılaşıyorsunuz; Fener Rum Lisesi. Pek çok kişinin uzaktan heybetli görünümüne aldanıp Patrikhane sandığı bu yapı, Atatürk'ün doğumuyla yaşıt. Ancak bu yerde Bizans'tan beri eğitim yapıldığı biliniyor. Fetih'ten sonraki gelişmelerde, dindışı eğitim burada kalırken, dini eğitim Heybeliada'ya taşınmış. Lise, ilk laik okul olma özelliğini de taşıyor. Fener Rum Lisesinin öğrenci sayısı şu an 15-30 arasında değişiyor. Mimarı Dimadis olan okul 1881 yılında yapılmış. Bu fantastik yapıyı mimari açıdan biraz Endülüs, biraz Bizans karışımı, Bizantino - morik olarak adlandırabiliriz.


Fener Lisesi Fener Lisesi'nden aşağıya doğru inerken Ulah Sarayı olarak bilinen yerde, demir parmaklıklar içinde 1586-96 yılları arasında Patrikhane işlevi gören Panaia Paramithies Kilisesi'ni görürüz. Yüksek bir duvarla örtülü büyük bahçenin içinde Vodina Caddesi üzerinde ise bir zamanlar kütüphanesi ile ünlü Aya Yorgi Kilisesi yeralır.
Sadrazam Ali Paşa caddesi üzerinde yeralan Patrikhane, özellikle Fener Lisesi'nden sonra oldukça sade geliyor insana. Patrikhane İstanbul'un fethinden kısa bir süre sonra Çarşamba'daki Pammakaristos Kilisesi'ne - Fethiye Camisi- yerleşmiş. 1586'dan sonra Fener'deki bazı kiliseleri dolaşmış. 1601 yılında şimdiki yerine yerleşmiş. Ancak bugün görülen ana bina, 1940'lardan kalma, Osmanlı mimari tarzında yapılan ahşap kaplamalı yapı.


Patrikhaneye yakınlığı nedeniyle resmi kilise olan Aya Yorgi'nin içinde tarihi ve dini açıdan oldukça değerli eşyalar bulunuyor. Bunlardan biri Fetih sırasında patrik olan Gennadius'tan kaldığı varsayılan sedef kakmalı patrik koltuğu. Sedef işlemeli sehpa, altın yaldızlı ve taşınabilir Meryem Ana tablosu, birçok güzel ikon kilisenin içinde yeralıyor. Ayrıca içerde üç azizin (Omonia, Teophano ve genç kızların ve terzilerin koruyucusu olan Euphemia'nın) gömütü var. Patrikhane'ye yan kapıdan giriliyor. 1821'de patrik V. Gregortios, Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle Orta kapı diye bilinen kapının önünde asılmış. O zamandan beri bu kapı açılmamış.

Aya Yorgi Kilisesi 1720 yılında bazilika tipinde inşa edilmiş bir kilise. Tanzimat'a kadar kiliselerin kubbeli olmalarına izin verilmiyordu. İstanbul Patrikhanesi, Ortodoks mezhebinin manevi anlamda merkezi. Ancak pek çok kişinin sandığının tersine tüm dünyadaki Ortodoksların değil, toplam 125.000'ni bulan bir cemaatin patrikliğini yapıyor. Patrikhane'nin bahçe kapısının yanında "Moğolların Meryem'i Kilisesi"nden buraya getirilmiş "Moğol" görünümlü heykel de ilginç görüntüler arasında yeralıyor.

Fener sokaklarında gezerken biraz da hayal gücümüzü zorlayıp bir zamanlar buraların belli bir refah düzeyine eriştiğini düşünüyoruz. Sağlam taş evler, sütunlu girişler, süslemeli balkonlar, mozayikli bahçeler ve açık kalan kapılardan görebilirseniz eğer, karolu taşlıklar birkaç yüzyıl öncesinin yaşam tarzı hakkında ipuçları veriyor. Akdeniz bölgesine özgü evden eve gerilen iplere asılı çamaşırları da burada görmek mümkün.


BULGAR KİLİSESİ Harap haldeki semtte tek tük ayrıntıları yakalayabilmek için gözlerimiz evlerin üzerinde, Haliç kıyısına iniyoruz. Bedrettin Dalan ile son halini alan Haliç kıyısında üç eski bina hepinizin dikkatini çekmiştir sanırız. Bunlardan ilki PTT binası, ikincisi Kadın Eserleri Kütüphanesi, diğeri de Bulgar St. Stephan Kilisesi'dir. Dünyanın ilk ve - bilinen kadarıyla- tek dökme demirden "pre-fabrik" kilisesi ünvanına sahip Bulgar Kilisesi, Dalan yıkımından kurtulup ayakta kalabilmiş.

Bulgarlar İstanbul'un daha çok Kadıköy yöresinde oturup, süt ve mandra işleriyle uğraşıyorlardı. 1800 yıllarında milliyetçiliğin de etkisiyle, o güne kadar Fener Patriği'ne bağlı olan Bulgarlar, dini ayinlerini Rumca yapmak istemediklerini söyleyerek, Sultan'dan kendilerine Kilise için izin vermelerini isterler. Yıllar süren çekişmeler sonucu Bulgarlara kilise için izin verilir. Bulgarlar hemen bir ihale açarlar. Bir Avusturya firması ihaleyi kazanır. (Kilisenin kapısının yanında bu firmanın ismini görebilirsiniz - R.Ph. Waagner,Vienne). İçi ve dışı tamamen dökme demirden neo-gotik tarzında inşa edilen kilise, önce Avusturya'da kurulur, denenir. Sonra mavnalarla Tuna nehrinden Karadeniz'e getirilir. 1898 yılında şimdiki yerinde inşa edilir. İnşası sırasında temeline 70'e yakın kazık çakılır. Kilisenin içinde gördüğünüz herşey demirden yapılmadır - mermer veya ahşap gibi görünen kısımlar dahil.


Kilisenin mimarı Hovsep Aznavor adlı bir Ermeni zat. Aznavor oldukça ilginç bir kişi; İstanbul'daki Sansaryan Hanı'nın mimarı. Bulgaristan Parlamento Binası da onun imzasını taşıyor. Aznavor sadece mimarlık yapmamış; Meşruti Sosyalist Partinin kuruluşunda da yeralmış; ayrıca uluslararası bir maraton yarışında birinciliği var.

Kilisenin bakımlı bahçesinde daha önceleri, burada hizmet etmiş Bulgar din adamlarının mezarları ve bunları süsleyen güzel heykeller yer alıyordu. Ancak "Bulgaristan'da Türkler'e Mezalim" olaylarını bahane eden kişilerce bu güzelim heykeller tahrip edildiler. Şimdi heykellerden bazıları kilisenin içinde korunuyor.

Fener'den Balat'a doğru yürümeye başlıyoruz. Yine Bulgar Kilisesi'nin hizasında oldukça harap bir halde eski bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Tur-u Sina Manastırı olarak biliniyor. Avludan içeriye girerseniz eğer, yıkılmaya yüz tutmuş çan kulesini görebilirsiniz. Bu, içerdeki Vaftizci Yahya Kilisesi'ne ait. Tur-u Sina Manastırı, Sina Yarımadasındaki Aya Katerina Manastırının metekhion'u olarak kurulmuş (yani onun bir şubesi, uzantısı gibi).

Balat, Fener'e göre daha yoksul bir semt. Geçmiş zamanlarda da böyleymiş. Sokak içlerine girdikçe Yahudi evlerini görüyorsunuz. Yine ünlü, geçen yüzyıldan kalma Agora Meyhanesi de burada. Balat'ın merkezinde iki sinagog var; Yanbol ve Ahrida ( ya da Ohrida).

Balat semtinde dinler, mezhepler birbirlerine iki adımlık mesafede ibadet yerlerini kurmuşlar. Örneğin bir köşede Mimar Sinan'ın bir eseri olan Ferruh Kethüda Camisi var. Ancak cami, özgün halini kötü restorasyonlar sonucu kaybetmiş. İçine girerseniz eğer, mihrap kısmında Tekfur Sarayı'ndan getirilen çinileri görebilirsiniz. Arka dış duvarında güneş saati de türünün son örneklerinden biri olarak duruyor.

Caminin hemen yakınında Gergoryen Ermeni Kilisesi Surp Hreşdagabet var. Kilise eskiden Ortodokslara aitmiş. Nitekim aşağıda bir de ayazması var. 1628'de Karagümrük'teki Surp Nikoğos Kilisesi Ermenilerden alınıp Kefeli Camisine çevrilince, karşılığında Rumca adı Ayos Strati olan bu kilise Ermenilere verilmiş. Birkaç yangın geçiren kilise1835'de son halini almış. Kilisenin içinde 1727 tarihli bir demir kapı var. Bir tarafı Latince bir tarafı Almanca olan kapının kabartmaları, ejderhayı öldüren St. George'u ve tapınaktan hırsızları kovan İsa'yı gösteriyor. Söylenceye göre Topkapı Sarayı'nda demircilik yapan bir Ermeni usta bu kapıyı bulup, satın alarak buraya taktırmış.

Balat'tan sonra son durağımız Ayvansaray. Eskiden küçük çapta bir tersane olan semtte, sokak aralarında sandallar, kayıklar küçük sürprizler olarak karşımıza çıkardı. Ayvansaray'da görebileceğimiz tarihi binalardan biri Bizans kilisesi iken camiye çevrilen yapı. 9. yüzyıldan kalma yapı Bizans haçı tarzında. Camiye çevrildiği ilk yıllarda adı Atik Mustafa Camisi iken, sonradan adı Hazret-i Cabir Camisi'ne çevrilmiş. Bunu, bitişikteki Hz. Muhammed'in Sehabe'lerinden Cabir Hazretlerinin türbesinin bulunmasına bağlıyorlar. Bu sokağın Dervişzade sokağıyla birleştiği köşede ise Vlaherna Meryem Ana Kilisesi var. Kilise ayazması ile ünlü. Geniş ve hoş bir bahçe içinde kurulu kilise, adından da anlaşılacağı gibi, zamanında büyük bir saray olan Vlaherna Sarayı'nın kilisesi imiş. Ama şimdi saraydan bir kalıntı yok.

İstanbul'un belki hala yaşıyan bir güzelliğine örnek olarak, ayazması olan kiliselerde şifa aramaya gelen Müslümanları görmek burada da mümkün. "Umudun sonu yok" diyerek şifa aramaya gelen Müslüman kişiler, din farkı gözetmeksizin papaza dilediklerini söylüyorlar, papaz da onlara " Allah şifa versin" diyerek dua ediyor. Eskiden çok olağan karşılanan bu görüntüler, bugünün bağnazlığı karşısında bir umut beslememize vesile oluyor.

Kiliseden yokuş yukarı çıkarken solda harap Toklu Dede Mescidi, ileride sağda İvaz Efendi Camisi var. Çift kapılı caminin ilginç bir özelliği minaresinin ters yönde olması. Caminin bahçesinde İzak Angelos kulesi yeralıyor. Bizans'da önemli bir yere sahip olan İzak Angelos, 1188 yılında bu temaşa kulesini yaptırmış. Ünlü Anemas Zindanları bu kulenin altında yeralıyor. Angelos, kulesini yaptırdıktan yedi yıl sonra altttaki zindanlara atılır. Orada gözleri kör edilir. 1213'de oğlu VI. Alexius'la birlikte yeniden imparator olur. Ancak iki yıl sonra her ikisi de yeniden Anemas Zindanlarına gönderilirler ve orada boğdurulurlar.

Arap asıllı olduğu söylenen komutan Anemas'ın adıyla anılan zindan 60 m uzunluğunda, sağa ve sola 15'er m genişliğinde. Hep ünlü kişilere "zindan" olmuş Anemas Zindanlarında 6 imparatorun yaşamını yitirdiği söylenir. Fatih Belediyesi'nin yüklüce bir masrafla temizlettiği zindanlar eğer halka açılırsa bu görkemli yapıyı görmek herkes için mümkün olabilecek.

Anemas Zindanları'ndan aşağıya doğru yürüyünce Leon Surlarına çıkıp Haliç'e şöyle bir tepeden bakıyoruz. Şimdiye kadar anlatıklarımızla yitirilen güzelliklerden geriye kalanları birleştirip eski Haliç'i gözümüzde canlandırmaya çalışıyoruz. Daha fazla çirkinleşmeye meydan vermemek için belki hala geç değildir diye umut ediyoruz.

Faruk PEKİN

4 Eylül 2007 Salı

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-9


Padişah ve maiyetinin Bouvard`ın projelerideki İstanbul`u beğenmelerinde şaşılacak bir yön yoktu. Zira Bouvard`ın çizimlerinde, harap ve düzensiz Şarklı İstanbul gitmiş, yerine Paris`in sükunet içinde, kendine güvenli havasına sahip bir İstanbul gelmişti. Bu imajın Batılılaşmış Osmanlı elitine ve kentte yaşayan ya da kenti ziyaret eden Avrupalılara hitap etmesi çok doğaldı. Ancak yukarıdan dayatılan ve değişik kültürel değerlere dayanan bu projenin, yüzyıllardır kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmiş doğal çevrelerinden yaşayan yerli halk tarafından kabul görmesi pek mümkün değildi.
Resim3: Bouvard`ın Beyazıt Meydanı Projesi-1902)
Von Moltke, Arnodin ve Bouvard`ın projeleri, 1838 ile 1908 arasında Osmanlı başkentindeki başlıca kent planlaması temalarını özetlemektedir. Ancak, üçüncü ve dördüncü bölümlerde de ele aldığımız küçük ölçekli uygulamaların tersine daha radikal ve cüratkardırlar. 19. ve erken 20. yüzyılın plancılarının başlıca amacı, başkenti fiziksel olarak birbirinden kopuk bölümlerini, ulaşım ve köprü projeleriyle birbirine bağlayarak, bir büyük İstanbul gerçekleştirmekti. İstanbul metropol alanının sınırlarını belirleyen Arnodin projesi son tahlilde bu hedefi gözetiyordu.
İyi işlyeen bir ulaşım ağı, düzenli sokak örüntüsü, iyi iletişim sistemi gibi kent planlamasının teknik yönleri ise diğer hayati konulardı. Gerek Von Moltke`nin, gerek Arnodin`in projeleri, kent tasarımının boyutlarına eğilmişlerdi. Ancak Boubard, tasarımlarını yaptığı bölgelerin bağlantılarını kurmak konusunda teknik ayrıntılara önem vermemişti. Gene de Bouvard`ın projelerinde görülen elektrikli tramvayların gidip geldiği geniş caddeler özenli bir kent işleyişine duyulan tartışılmaz ihtiyacın göstergesidirler.
Son olarak, yukarıdaki bölümlerde gördüğünüz gibi, düzenli ve yeni bir kent imajına kavuşmak, 1838 ile 1908 arasında İstanbul`da gerçekleşen bayındırlık faaliyetlerinin başlıca konulardır. Burada tartıştığımız üç proje kent tasarımında bu eğilime ışık tutmaktadır. Von Moltke`nin ve Bouvard`ın projelerinde önerilen imaj, anıtlara çıkan üç şeritli, geniş, düz, ağaçlandırılmış caddeleri, büyük meydanları ve düzenlenmiş rıhtımlarıyla bir Avrupa kentiydi. Öte yandan elbette Von Moltke ve Bouvard kadar imaj bilinci olan Arnodin, belki biraz daha romantik bir Oryantalist olduğu için, kentin zengin tarihi mirasına katkıda bulunmak amacıyla yeni İslamcı Hamidiye Köprüsü projesi önermişti. Eğer yapılmış olsaydı bu köprü İstanbul , Galata ve Üsküdar`dan Boğaz köylerine dek kentin imajına egemen olacaktı.
Kaynak: 19. Yüzyıl Osmanlı Başkenti: İstanbul / Zeynep Çelik / Tarih Vakfı Yurt Yayınları / S: 96-100

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-8

Nasıl ki, Napoléon Bonaparte`ın anıt mezarı olan Hotel des Invalides, III. Alexandre Köprüsü`nün odak noktası ise, Bouvard müstakbel köprünün güney ucundaki Yeni Cami`yi (1603) aynı amaçla kullanmayı tasarlıyordu. Köprünün güney ucu Bizans zamanından beri canlı bir rıhtım olmuştu ve yoğun bir deniz trafiğine sahipti. Bouvard sahilleri açmayı ve Yeni Cami`nin önünde geniş bir meydan yaratmayı önerdi. Bu meydanın sınırları, camiyi çerçeveleyen iki çeyrek daireden oluşacaktı. Proje bu iki yapısıyla Mimar Davioud`nun 1878 Paris Dünya Fuarı için yaptığı Trocadéro Srayı`nı andırmaktaydı. İki binanın Haliç`e bakan üç bölümlü ve kubbeli uç cepheleri, revaklı kavisleri olacaktı. Ancak, İstanbul`daki ölçek daha küçüktüi ikiz binalar Paris`teki uygulamanın aksine bağımsız binalardı ve kubbeleri İstanbul`un camilerinden esinlenmişti. Bu projede Yeni Cami`nin kubbesi yeni Galata Köprüsü`yle kavramsal uyum içindeydi ve III. Alexandre Köprüsü`nün görünüm hattının ucundaki Invalides ile aynı işlevi görmekteydi. caminin kubbesi de Trocadéro Sarayı`nın kubbesini hatırlatıyordu. Ancak cami Bouvard`ın projesindeki simetri anlayışının hakkını veremiyordu. Minareler her ne kadar Trocadéro`nun kulelerine benzese de simetrik olarak köprüye bakmıyorlardı. Batıda kalan cami avlusu da simetriyi bozuyordu. Bouvard, köprünün iki taşıyıcı ayağını köprünün uçlarına koyarak bu kusuru gidermeye çalıştı.
Haliç`in iki yakasını bağlayan köprü kentin en işlek noktalarından biriydi. Bouvard`ın önerdiği projeden birkaç yıl önce De Amicis, köprünün üzerindeki manzarayı şöyle tasvir ediyordu:
Burada durarak bir çeyrek saat zarfında bütün İstanbul`un önünüzden geçtiğini görebilirsiniz... Ahali büyük bir renk dalgası halinde geçip gider ve her grup değişik milliyetleri yansıtır. Kılıklarda en abartılı tezatları hayal ediniz, her tip ve sosyal sınıfı, ama gene de en müthiş rüyalarınız bile gerçeğin yanında silik kalacaktır; on dakika zarfında, birkaç adım içinde, şimdiye değin thayyül dahi edemeyecğiniz bir ırk ve kıyafet çeşnisi ile karşılaşırsınız.
Burada De Amicis gelip gidenlerin bir listesini vermektedir: Türk hamallar, tahterevana binmiş bir Ermeni hanımı, Bedeviler, Rumlar, külahı ve deve kılı harmanisiyle bir derviş, maiyetiyle bir Avrupalı sefir, siyah astragan kalpaklarıyla İranlı askerler, yanları aöık uzun sarı elbisesiyle bir Yahudi, sırtında çocuğuyla bir çingene, bir Katolik papazı, çiçeklerle süslenmiş bir arabada morlara ve yeşillere bürünmüş hanımlar, bir Pera hastahanesiden bir rahibe, maymun taşıyan Afrikalı bir köle ve son olarak falcı kılığında bir meddah. Konuyu özetlerken De Amicis şu ifadeye yer verir: "Her an değişen ve gözün izlemekte güçlük çektiği biz mozaikle karşı karşıyasınız, sihirli bir dürbünün içinde bir görülüp bir kaybolan bir ırk, kıyafet ve din bileşimi". Bouvard`ın köprüsünün bu eski çevrede rahat eden bu renkli güruha yeterli olabileceği şüpheliydi. Yukarıda tasvir edilen keşmekeş herhalde Bouvard`ın çizimlerinde düzenli, şık Paris atmosferiyle müthiş bir tezat oluştururdu. Resim2: 1913 yılı civarında Galata Köprüsü`nden Galata`ya bakış)
Bouvard`ın avan projesi aslında bir biçim egzersiziydi. Herhangi bir ön çalışmanın ürünü değildi, hatta bazı binaların tam olarak ne işlev göreceği dahi çizimlerde belirsiz bırakılmıştı. Mahalli kültür ve yerleşik hayat biçimleri tamamiyle göz ardı edilmişti. Devasa, boş ve çıplak açık alanların ortaya çıkması ihtimali, görünüşe göre beaux-arts meydanlarının kentin labirentvari dokusuna oturtan Bouvard`ı hiç rahatsız etmemişti. Kentin mimari mirası "soyutla ve koru" mantığına göre ele alınmış, anıtları birbirine bağlayan kent dokusuna hiç önem verilmemişti. Oysa, anıtların kent dokusuyla irtibatlandırılması, Camillo Sitte`nin ilk baskısı 1889`da yapılan The Art of Buildins (Yapı Sanatı) ve Charles Bulls`un 1893`te yayımlanan Kent Esteiği adlı eserlerinden sonra Avrupa`da belli ölçülerde kabul görmüştü. Bouvard`ın projesinde topoğrafya ve mevcut arterler hesaba katılmadığından proje bir ütopyadan öteye gidemezdi. Son olarak, kendi başlarına yeniden tasarımlanan bölgelerin de birbiriyle irtibatı sağlanmamıştı. Çizimlerde göz kamaştıran Parisvari bulvarlar hiçbir yere ulaşmıyordu.
Bu denli soyut kalmasına karşın, Bouvard`ın avan projesi Osmanlı yüksek bürokrasisi tarafından alkışlandı ve gerçekleşmesi için ödenek ayrılmasına dair irade-i seniyye çıktı. Ancak, bu dönemdeki bir çok büyük proje gibi bu proje de terk edilmek zorundaydı. İmparatorluğun kıt kaynakları Bouvard`ın cömertçe çıkardığı masrafları karşılayamazdı.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-7


Resim1: 1900 yılında Harbiye Nezareti`ne doğru Beyazıt Meydanı`nın görünüşü)
Bouvard var olan meydanın boyutlarını şişirerek büyük bir dikdörtgen yaratmayı ve Harbiye Nezareti`nin bulunduğu eksen üzerine bir belediye sarayı binası (Hotel de Ville) oturtmayı tasarladı. Yeni meydan, kuzey-güney ve doğu-batı eksenleriyle merkez noktalarında bir örnek fıskiyeleri bulunan, dört karaye bölünecekti. Bu projenin ana unsuru olan Belediye Sarayı, devasa, kare merkez kulesiyle Bayezid Cami`nin narin minarelerini gölgede bırakacaktı.
Meydanın batısındaki Sultan Bayezid Medresesi yıkılacak, yerine avlulu ve kubbeli ikiz binalar inşa edilecekti. Bu iki bina, Sanayi ve Ziraat Müzesi (Musée Industriel et Agricole) ve Devlet Kütüphanesi (Bibliothéque Impériale), sırasıyla modernleşme ve terakkinin, eğitim ve kültürün simgeleri olacaktı. Bunlar Paris`te Jacques Gabriel`in Concorde Meydanı`ndaki ikiz binaları (Garde-meubles) çağrıştırıyordu. Dahası, sokak seviyesindeki revaklı galerileriyle Rue de Rivoli etkisi yaratılmak istenmişti.
Meydanın doğu kısmı bir sorun oluşturuyordu. Bayezid Cami Bouvard`ın projesinin eksenine oturmuyor, bütünselliğini bozuyordu. Bouvard caminin güney batıya bakan kapısını diagonal bir caddenin yönlendirici odak noktası olarak kullanmış, caminin gövdesini bol yeşillikle olabildiğince gizlemişti. Resim2: 1900 yılında Sultanahmet Cami`nin Ayasofya`dan görünüşü)
Meydanın güneydoğu ve güneybatı köşelerinde adı olmayan iki benzer bina vardı. Bunlar civardaki Bouvard binalarının üslubunun ana unsurlarını paylaşıyorlardı: Sokak seviyesinde revaklı mekanlar, ana cepheleri betimleyen iki katlı sütunlar, Mansard çatılar ve köşeleri vurgulayan kubbeler.
Bouvard`ın topoğrafyaya ve mevcut kent dokusuna karşı keyfi tutumu, iddialı projesini hayal olarak kalmaya mahkum etti. Beyazıt bölgesi, çizimlerde gösterildiği gibi düz değildir. En yüksek noktası Harbiye Nezareti olan arazi, doğal bir eğimle, güneyde Marmara Denizi, kuzeyde ise Haliç`e doğru inmektedir. Aslında çok daha küçük olan Beyazıt Meydanı dahi, güney ve kuzey noktaları arasında hatırı sayılır bir eğime sahiptir. Arazinin eğimi hesaba katıldığı takdirde Boubard`ın projesinin tutarlılığı bozulurdu.
Kentin mevcut dokusuna oturtulmadığında Bouvard`ın projesinin uygulanmasının imkansızlığı daha da açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Projenin boyutlarının ve eksenlerinin dayattığı şekliyle ceminin batı kanadı ve avlusu kısmen yok edilecek, Sultan Bayezid`in türbesi ise tümüyle yıkılacaktı. Ayrıca, Kapalıçarşı`nın kuzeydoğu ve güneydoğu köşeleri, yerlerini iki büyük yapıya ter edeceklerdi. Kapalıçarşı`nın geri kalanının düzenlenmesi Bouvard için bile iddialı bir iş olurdu.
Bouvard`ın caddeleri ve bulvarları ölçeklerindeki hatalarından daha da öte sorunlar yaratıyordu. Bayezid Cami`nin önünden verevlemesine geçen caddenin nereye uzandığı bilinmemektedir, zira çizimler yeniden tasarımlanan bölgenin ötesine geçmemektedir. Tasarımlanan meydanın güney ucundan geçen ana bulvarın konumu yanlıştı, çünkü At Meydanı ile Ayasofya`ya çıkan Divanyolu`nu kesiyordu. Aslında,
Bouvard`ın Beyazıt meydanı projesi-1902) burada Bouvard kendi projelerine ters düşerek, At Meydanı`nı Beyazıt`a bağlamamıştı. Öyle görünüyor ki güneye, Marmara`ya doğru uzanan sokak dokusu söz konusu olduğunda Bouvard gözlerini tümüyle kapamıştı. Önerdiği arterlerin yönelişleri 1867`de yeniden düzenlenen sokak dokusunun ekseninden tam tamına otuz derece farklıydı.

Beaux-Arts Plancılığı: Bouvard`ın Bulvarları:

Galata Köprüsü ve Yeni Cami Meydanı
Yeni Galata Köprüsü projesinde Bouvard, 1900 Paris Dünya Sergisi için yapılan III. Alexandre Köprüsü`den esinlenmişti. III. Alexandre Köprüsü Seine nehri üzerinden geçen metal bir yapıydı. Bu köprünün ayaklarındaki ve gövdesi üstündeki ağır süslemeler, metalden şamdan ve çelenkler, serginin genel havasına çok uygundu. Diğer iki bina ise Bouvard`ın baş denetleyici mimar olarak çalıştığı Grand Palais ile Petit Palais idi.
Galata Köprüsü`nü yenileme projesinde Bouvard, Pariste`ki köprüde denediği kemeri dört defa yinelemiş ve köprünün iki ucuna da yarım kemerler eklemiştir. Boyu hariç, düşündüğü köprü her şeyiyle Alexandre Resim1: Bouvard`ın Yeni Galat Köprüsü Projesi-1902)
Köprüsü`nü andırıyordu. Köprünün her iki ucunda yer alacak ayakların biçimi yine aynı olacak, ancak tepelerine hilaller yerleştirilmiş ufak kubbeler oturtularak Şark havası verilecekti. Şamdanlar ve demir çelenkler Paris köprüsünden aynen kopyaydılar. hatta köprü lambalarının biçimi ve yerleşimi dahi III.Alexandre Köprüsü`nü hatırlatıyordu.
Bouvard`ın İstanbul için düşündüğü Galata Köprüsü projesi görkemli bir yapıydı. Eski köprünün mimari açıdan fazla iddialı olmayan tasarımına karşın, Bouvard`ın projesi herhangi bir Batılı seyyahın veya Batılılaşmış bir Osmanlı elitinin kolaylıkla modern mimarinin en seçkin örneği olarak görebileceği bir yapı öneriyordu. Bouvard mükemmel çizim tekniğini, tasarımına abartılı bir haşmet havası vermeye hasretti. Çizimindeki Haliç gerçek Haliç`ten daha geniş, köprüsü de bu nedenle daha uzun görünüyordu. Sahildeki gezinti yolları yapının anıtsal boyutlarını vurgularken, aynı zamanda Seine nehri kıyılarını çağrıştırıyordu.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-6

Bouvard`ın avan projesi İstanbul için tamamıyle yeni bir imaj öneriyordu. Fransız mimar İstanbul`un bazı muteber mekanlarında beaux-arts ilkelerini kent dokusuna uygulayarak, düzenlilik, simetri, anıtların meydana çıkarılması ve temaşa alanlarının açılması gibi uygulamalara gitti. Boubard`ın İstanbul`da yeniden planlama alanı olarak seçtiği dört bölgenin (At Meydanı, Beyazıt Meydanı, Galata Köprüsü ve Yeni Cami Meydanı) çizimleri halen mevcuttur.
İstanbul`un modernizasyonu projesi esnasında Bouvard, kent tasarımının bazı temel ilkelerini göz ardı etti: Birincisi, belli başlı bir nazım plan olmadığı için, çizimleri izlenimci eskizlerden öteye geçememiş ve yeniden düzenlenecek mekanlar arasında bağlantılar belirlenmemişti. İkinci olarak, kentin karmaşık topoğrafyası tamamen göz ardı edilmişti ki bu olağanüstü ihmaldir. Zira Bizans ve Osmanlı plancılarının on beş asır boyunca anıtların konumlandırılmasında topoğrafyayı hep gözetmişlerdi. Üçüncüsü, kentin kendine özgü yaşam dokusu hiçbir şekilde dikkate alınmamıştı. Bu konuda Bouvard`ın bakış açısı onu istihdam edenlerinki ile benzerdir: İstanbul`un yerli insanlarının sosyal ve kültürel değerleri önemli değildir. Önemli olan, modern, temiz ve süslü bir kentin yaratılmasıdır.
Hipodrom (At Meydanı)
Osmanlı dönemi boyunca Bizans`ın Hippodrom`u (At Meydanı), törensel bir mekan olarak kullanılmadıysa da hep açık bir alan olarak kalmıştı. İstanbul`da 19. yüzyıl ikinci yarısında yaygınlaşan eski çağ merakı sırasında At Meydanı çok ilgi çekmişti. 1856`da Yılanlı Sütun ve Dikilitaş`ın temellerinde kazılar yapan İngiliz arkeologları, At Meydanı`nın orijinal seviyesini tespit ettiler. Bundan sonra At Meydanı`ndaki büyük alanı düzenleme yönünde birkaç çaba görüldü, ancak pek başarılı olunamadı. 28 Ekim 1890`da La Turquie gazetesi, At Meydanı`nda bir umumi park tesis etmek ve parkın iki ucunda görkemli birer köşk yapmak projesinden bahsetti, ancak proje hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1899`da Alman İmparatoru II. Kaiser Wilhelm kente bir çeşme (Alman Çeşmesi) bağışladı, bu çeşme meydanın kuzey ucuna yerleştirildi ve çevresi döşendi.
Bouvard`ın projesine göre At Meydanı orijinal seviyesine indirilecekti. Tabanından, simetrik inşa
Resim2: Bouvard`ın Beyazıt Meydanı Projesi-1902) edilecek birkaç merdivenle cadde seviyesine ulaşılacaktı. Meydanın Divayolu`na kavuşan kuzey ucunda, bir merdivenin iki tarafında yer alacak iki sütun arasından, meydana anıtsal bir giriş düşünülmüştü. Bu arada Kaiser Eilhelm`in çeşmesi göz ardı ediliyordu.
At Meydanı`ndaki bir park yapılması konusundaki 1890 tarihli teklif, Bouvard`ın tasarımında tekrar gündeme geliyordu. Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Sütun`un sıralandığı spina simetriyi sağlıyor ve meydana hafifçe Paris, hatta Concorde Meydanı havası veriyordu. Meydanın iki tarafında yükseltişmiş bir kaldırım boyunca ekilecek ağaçlar meydana zarif bir sınır çiziyordu.
At Meydanı çevresindeki imar edilmiş alanın düzenlenmesi çok daha karmaşık bir meseleydi, zira burada 1616 tarihinde inşa edilmiş Sultanahmet Külliyesi yer alıyordu ve hiçbir şekilde değiştirilemezdi. Gene de Bouvard büyük bir vurdumduymazlıkla Sultanahmet Külliyesi`nin medresesinin yıkılmasına, kuzeyde kalan bahçesinin ve bahçe duvarının yok edilmesini, böylelikle At Meydanı`nın uzun cephesini dik açıyla kesen hattın vurgulanmasını sağlamayı önerdi. Caminin avlusunda tipik bir küçük Fransız bahçesi yaratılacak, avlunun ortasındaki kubbeli çeşme, üstü açık heykelvari bir yapı ile değiştirilecekti.
At Meydanı`nın batısındaki 16. yüzyıl yapısı İbrahim Paşa Sarayı da yıkılacak ve yerine bir "préfecture de la Police" (Polis Müdürlüğü) yapılacaktı. Bu dev bina At Meydanı`nı boydan boya kaplayacak , E harfi biçiminde, yaklaşık 480 metre uzunluğunda olacak, ölçek ve plan itibariyle Bouvard`ın Paris`teki şaheseri Sanayi Sarayı`na benzeyecekti. Binanın batıya bakan, At Meydanı`na paralel, kuzey-güney ekseninde yeni açılacak bir caddeye nazır avlularında da bahçeler planlanmıştı.
Çiziminin sol alt köşesine, Osmanlı Adliye Nezareti olması gereken binanın çatısında bu muhteşem görüntüyü seyreden bir adam resmedilmişti. Aslında Adliye binalarıyla Sultanahmet Cami arasındaki mesafe bu çizimde gösterilen mesafeden çok daha uzaktır; bu da bize mekanı yerinde görmeden fotoğraftan tasarımın yanlışlığı konusunda iyi fikir vermektedir. Aslına bakılırsa, 1868`de açılan Ayasofya Meydanı`nın güneyinde, caminin bahçe duvarlarına kadar uzanan bir mahalle mevcuttu. Bouvard bu mahallenin de yıkılmasını, Resim3: Bouvard`ın Beyazıt Meydanı projesinin kent dokusu üzerine oturtulmuş şekli) bu mekanın Ayasofya
)Meydanı`na katılmasını ve burada bir Fransız bahçesi oluşturulmasını önerdi. Bu bahçe At Meydanı`nın batı tarafında, polis müdürlüğü binalarının kuzeyinde yer alacak bir başka bahçeyle simetrik olacaktı.
Bütün bu tasarımlarda topoğrafya tümüyle göz ardı edilmişti. At Meydanı`nın güneyindeki geniş cadde aslında gerçekleşemezdi, zira Sultanahmet Cami ve At Meydanı yapay bir platform üzerine inşa edilmişlerdi ve bu anıtların güney sınırından itibaren arazi meyilli idi. Bir diğer soru ise bu caddenin nereye çıkacağıydı. Ölçeğine bakılırsa bir ana arter olması gerekiyordu. Caddenin batı kısmı, yani Çemberlitaş`tan At Meydanı`na kadar uzanan bölümü için belli bir anıtsal boyut düşülmesi anlaşılabilirse de, kent dokusunda sahile doğru uzanmasını gerekli kılacak hiçbir çekici unsur yoktu.

Beaux-Arts Plancılığı: Bouvard`ın Bulvarları:

Beyazıt Meydanı
Her ne kadar Bouvard At meydanı projesinde, kentin 20 yüzyıl başlarındaki dokusunun ana hatlarına biraz uymuş ise de, Beyazıt Meydanı`na gelince farklı bir yaklaşım benimsemişti. Meydanın tarihsel olarak belirlenmiş şahsiyetini bir yana bırakıp sıfırdan başlamayı amaçlayan Bouvard, kente yüzyıllarca sahip olmadığı bir unsur kazandırmayı amaçlıyordu: Gerçek bir şehir merkezi.
Beyazıt Meydanı`nın girişinde, Bizans`ın Tauri Forumu`nun bulunduğu alan 1867`de kısmen düzenlenerek, Harbiye Nezareti`nin önünde anıtsal bir açık alan yaratmak istenmişti. Meydanın kuzey sınırını 19. yüzyılın başlarında yapılmış olan Harbiye Nezareti`nin yeni İslamcı üslupta kapısı ve yan taraflarındaki iki köşk oluşturuyordu. Meydanın doğu ve batı sınırları ise 15. yüzyıl yapısı olan Sultan Bayezid Cami ve Medresesi tarafından yaklaşık olarak tayin ediliyordu.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-5


Mimari üslup açısından ikinci köprü çok daha iddialıydı. Bu köprü de her biri ikişer ayktan oluşan üç taşıyıcı elemanın taşıdığı bir asma köprüydü. Boğaz’ın girişindeki nisbeten işlevsel görünüşlü, çelik-demir karışımı köprüden farklı olarak, padişahın adını taşıyacak olan Hamidiye Köprüsü’nün çok daha romantik çağrışımları vardı. Bu köprünün taşıyıcı ayakları, köprü geçidi düzeyinde camilere dönüşüyordu. Her camide merkezi bir kubbe ve dört minare vardı. Projeyle birlikte sunulan betimlemeye göre, köprünün mimarisi Selçuklu üslubu ve diğer İslami üsluplardan esinlenmişti: “Kubbeler İslam halifelerinin saraylarını hatırlatmaktadır ve Müslümanların halifesi olan Osmanlı sultanının dini ve siyasi iktidarını simgeler ve yüceltirler. Arap üslubunda, renkli tuğlalar, çiniler ve parlak metallerle bezenmişlerdir. 16. ve 17. yy. kuzeybatı Afrika mimarisinin bütün güzelliğini gözler önüne sererler.” Hamidiye Köprüsü özellikle geceleri daha da efsunlu bir havaya bürünecekti: “Binlerce elektrik lambası köprüyü ulvi bir ışıkla kapladığı zaman, Arap üslubundaki süslemeler tüm zerafetleriyle muhteşem biçimde ortaya çıkacak ve köprü bir bakanın bir daha gözünü ayıramayacağı, şehrin manzarasını tezyin eden baştan sona bir güzellik olarak görünecektir.
(Resim3: Arnodin2in Kandilli-Rumelihisarı Köprüsü önerisi-1900)

Bu sihirli hava Arnodin’in yaratmak istediği etkinin ta kendisiydi. Mimarın başlıca kaygısı İslami mimari geleneğine sadık kalınmasıydı. Ancak, belki de mimarın İslam mimarisini tek tip ve farklılaşmamış bir bütün olarak görmesinden dolayı köprüde kullanılan motifler yerel değildi. Her ne kadar projedeki betimlemede köprü ayaklarına oturtulan camilerin Arnodin tarafından 16. ve 17. yy. Selçuklu üslubuyla yapılacağı ve süslemelerin de Arabi tarzda olacağı söyleniyorsa da, projede yer alan çizimdeki camiler Kahire’deki geç devir Memluk türbe mimarisi kopyasıdır. Köprü camilerindeki dörder minarenin konumu, bazı Osmanlı camilerinde görülen (örneğin Edirne Selimiye Camii) simetri anlayışına uygun olsa da, mimari üslup gene geç devir Memluk’tu. Arnodin’in başlıca esin kaynağı, Napoleon Bonaparte’ın Mısır seferi sırasında derlettiği, Memluk mimarisine ait zengin çizimlerin yer aldığı Description de L’Egypte (Paris, 1820-1826) adlı dev çalışma olmalıdır.

Her ne kadar Arnodin’in tasarım çalışmasının mimari açıdan zaafları ortadaysa da, İstanbul için ilk kez öneriliyordu. Belki de fikirlerinin yeniliğinden, ama çok daha büyük ihtimalle ekonomik nedenlerle, Arnodin’in projelerine çok olumlu bakılmadı. Bu konuda herhangi bir irade çıkmadı ve projenin uygulanması için herhangi bir girişimde bulunulmadı.

Büyük Projeler

Beaux-Arts Plancılığı: Bouvard`ın Bulvarları:
20. yüzyılın başında, Amerika`da Güzel Şehir (City Beautiful) akımı Amerikan kentlerine yeni bir düzen ve birliktelik getirmeye çalıştığı sıralarda, İstanbul için de benzer bir proje hazırlandı. Projede imzası olan şahıs, Paris Belediyesi mimari bölümü genel müfettişi, beaux-arts eğitimli, Joseph Antoine Bouvard idi. 19. yüzyılın başından beri Paris, Osmanlı elitinin gözünde Batı kültürü ve estetiğinin doruğu olarak görülüyordu. Bu nedenle Paris`in bu seçkin mimarının, sahip olduğu bilgi, yetenek ve incelikten dolayı İstanbul`un çağdışı kalmış kent imajını yenileyecek kişi olduğuna yürekten inanılıyordu.
Joseph Antonie Bouvard (1840-1920), 1900 yılında Jean Charles Adolphe Alphand`ın yerine genel müfettiş olarak atandı. Bouvard`ın ünü büyük ölçüde dünya sergilerindeki çalışmalarından kaynaklanıyordu. Dikkatleri ilk kez 1878`de Paris Dünya Sergisi sırasında,
makina sergilemek için kurduğu Paris Şehri Pavyonu`ya çekmişti. İkinci şaheseri, 1889
Resim1: Bouvard`ın At Meydanı Projesi-1902) Paris Sergisi`nde inşa ettiği, bütün Champs de Mars boyunca uzanan ve Seine nehrine doğru iki kanadı ve büyük kubbesi bulunan, devasa Sanayi Sarayı Palais des Industries Diverses) idi. "Kubbenin güzel siluetine ve zarif çizgilerine sonsuz övgüler düzülmüştü". Bouvard`ın bu binasının görkemli boyutları ve genel palnı ile kubbelere olan saplantısı, İstanbul için sunacağı projede de sık sık görülecektir. Paris sergilerinde uygulanan mekan planlamsı ilkeleri de Bouvard`ın İstanbul için hazırladığı projeleri epeyce etkilemişti.
Bouvard`ın ünü 1901 yılında Fransa`nın en yüksek şeref payesi olan Legion d`Honneur nişanını almasıyla doruğuna ulaştı. Tam bu sırada Osmanlı hükümeti İstanbul için bir proje hazırlamasını Bouvard`ın teklif etti. II. Abdülhamid`in Paris elçisi olan Salih Münir Paşa, bu seçimin bizzat müdahili olmuş ve daha sonra mantığını kayda geçirmiştir. Büyükelçinin oldukça sık vuku bulan saray ziyaretlerinden birinde padişah ona bir kağıt parçası göstermiş ve şunları söylemişti:
Bu kağıdı görüyor musun, işte bu beni dünden beri rahatsız ediyor. Avrupalı bir seyyahın İstanbul`a dair bir gazete ile neşrettiği uzun bir makalenin tercümesi, beyatının bazıları yanlış ve haksız. Eminönü Meydanı ve Karaköy Meydanı ve Galata Köprüsü gibi seyyahların en evvel gözlerine çarpan yerlerin ve Avrupa`da Nice ve İtalya sahilleri gibi letafetiyle meşhur yerleren daha güzel bir hale konulabilmesi mümkün olan Sarayburnu`ndan Yedikule`ye kadar sahildeki mahallelerin ve memleket dahilindeki sokakların temizlenmeyip, tamir edilmeyip, tanzim ve imar edilmemesinden dolayı bizi şiddetli surette muahaza ediyor, mes`ul tutuyor, bu doğru sözlere karşı ne diyebiliriz? Ya kabahatları yüklenip susmalı ve herkezin tarizine baş eğmeli ve yahut payitahtımızın layiki üzere temizlenmeli, süslenmeli, mamur bir hale koymalıyız. Bu işi ancak sen kusursuz görebilirsin. Çünkü çok vakittenberi Avrupa`da yaşıyorsun. Avrupa`nın pek çok taraflarını dolaştın, süslü şehirleri ziyaret ettin, süslü şeylerden ve mühendislikten anlarsın, sana geniş salahiyet ve nüfuz verelim, git Fransa`da bu işlerden anlayışlı ve cidden ehliyetli adamları toplayıp buraya getir, benim nezaretim ve senin riyasetin altında senin intihap ve arz edeceğin memurlardan mürekkep bir komisyon yapalım ve işe başlayalım.
Bunun üzerine Salih Münir Paşa Bouvard`la irtibat kurarak İstanbul için bir nazım plan geliştirmesini istedi. Paris`teki yükümlülükleri İstanbul`a gelmesini imkansız kıldıysa da, Bouvard bu teklifi geri çevirmedi ve bir avan proje hazırlamak üzere İstanbul`un büyük boy fotoğraflarını sipariş etti. Her ne kadar Bouvard Osmanlı padişahı tarafından istihdam edildiyse de, sonunda Fransız hükümeti Bouvard`ın masraflarını karşıladı ve projeyi Osmanlı hükümetine resmi hediye olarak takdim etti.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-4

Von Moltke`nin planında ana arterlerin öngörülen genişliği 15,20 metredir. Yolların her iki yanından üçer metrelik kaldırım payı düşüldükten sonra taşıt trafiğine kalan kısım 9,20 metre genişliğindeydi. Tüm diğer yolların, bulundukları mevki ve kent ulaşımındaki önemleri dikkate alınarak, 11,50, 9 veya 9,20 metre eninde olmaları öngörülüyor, çıkmaz sokaklar tümüyle ortadan kaldırılıyordu. Yolların iki tarafının ağaçlandırılması, cami ve diğer önemli anıtların önleri gibi "uygun" mekanlarda meydanlar açılması planda yer alıyordu.
Haliç`in iki yakasındaki sahil temizlenip yeniden düzenlenecekti. Bu bakımdan özellikle önemsenen iki şerit, İstanbul tarafında Sirkeci ile Unkapanı Köprüsü arası (bu tarihte Haliç`i geçen yegane köprü Unkapanı Köprüsü`ydü); Galata tarafında ise Tophane ile Unkapanı Köprüsü`nün kuzey ucu arasıydı.
Von Moltke`nin projesine göre ahşap rıhtımların yerine 15,20 metre genişliğinde taş rıhtımlar yapılacaktı. Diğer ana arterler gibi, bunların da iki tarafında ağaçlandırılmış üçer metre genişliğinde kaldırımlar bulunacaktı.
Sokak planında düzenlilik bu planın getirdiği önemli kavramlardan biriydi. Sokak hattı, binaların sınırlarını kesin olarak belirleyecek, sokağa taşmalara izin verilmeyecekti. Yeni güzergahların tayininde engel oluşturabilecek çeşme veya diğer kamu binaları uygun yerlere taşınacaktı. Ancak, camilere dokunulamazdı; yollar camilerin korunmasına yönelik olarak düzenleniyordu.
Von Moltke`nin tasarımları günümüzde bile kent plancılarını uğraştırmaya devam eden kentin fiziksel sorunlarının bir kısmına çözümler bulmaya yönelikti. Başlıca sorunlar şöyle sıralanabilirdi: Eski kent,in yoğun yerleşim dokusu içinden doğrudan ve kolay ulaşımı sağlamak; sokakların ve rıhtımların düzenlenmesi; meydanlar oluşturulması; yapı malzemesinin ahşaptan kagire dönüştürülmesi. Von Moltke İstanbul`un kent örüntüsünün giderek ağırlaşan sorunlarına pratik çözümler öneriyordu. Ancak, Moltke`nin planında imaj sorunu da önemli bir yer tutuyordu: İstanbul Tanzimat felsefesine uygun olarak bir Avrupa kentine dönüştürülmeliydi.
Bu projenin başlıca eksiği olan kuzey-güney ekseninde ana arterlerin bulunmayışı, bundan sonraki projelerde de görülecekti. Yeni arterlerin açılışında veya mevcut olanların genişletilmesinde Haliç ile Marmara sahilleri arasında bağlantı sağlanmasına pek önem verilmeyecekti. Bu çalışmanın dördüncü bölümünde de görüldüğü üzere, bu konu tramvay hatlarının tasarımında özellikle göze çarpacak, hatlar salt doğu-batı ekseninde oluşturulacak, kuzey-güney bağlantısının sağlanması göz ardı edilecekti.

Tanzimat Fermanı Sonrası Yapılan Büyük Mimari Projeler

Bir Metropol Alanın Tanımlanması: Arnodin`in Çevre Yolu

Osmanlı başkentine ulaşan ilk demiryolu 1873’te Boğaz’ın Asya yakasında tamamlandı. Haydarpaşa ile İzmit, yaklaşık 100 km.lik bir demiryoluyla birbirlerine bağlanırken Avrupa yakasında, İstanbul-Edirne hattı 1875’te tamamlandı. 2. Abdülhamid döneminde, özellikle 1880’lerden sonra, yabancı imtiyaz sahipleri ve şirketlerin devreye sokulmasıyla, demiryolu inşaatında adeta bir patlama yaşanmıştı. Bu şirketlerden biri, Compagnie İnternationale du Chemin de Fer de Bosphore, kentin çevresinde bir çevre yolu yaparak, Asya ile Avrupa yakalarını iki köprüyle birbirlerine bağlamayı önerdi. Projeyi hazırlayan Fransız mühendis Arnodin, 1900 yılı Mart ayında yazılı bir açıklamayla birlikte padişaha sundu. Projede, yeni yolu gösteren bir harita üzerinde köprüler belirtilmiş, ayrıca köprüler çizilmişti.

(Resim1: Arnodin`in Sarayburnu-üsküdar Köprüsü Projesi-1900)
Projenin başlıca amacı, Avrupa ile Asya arasında demiryolu bağlantısı sağlamaktı. Ancak, yaya ve araç trafiğinin de düzenlenmesi öngörülüyordu. Böylece bu proje, yeni bir demiryolu projesinin sınırını aşarak, kentsel hatta bölgesel bir tasarım haline dönüşüyordu.

Arnodin’in ilk köprüsü Üsküdar’la Sarayburnu’nu birleştirecekti. Haydarpaşa’da biten demiryolu, oradan Üsküdar’a uzatılacak, bu noktadan da köprünün üzerinden İstanbul-Edirne ahttına bağlanacaktı. Arnodin’in çevre yolu önemli banliyöler haline gelmiş olan, Haydarpaşa-İzmit hattı üzerinde Bostancı ve İstanbul-Edirne hattı üzerinde Bakırköy semtlerini de, Kandilli-Rumelihisarı arasında yapılacak bir ikinci köprüyle birbirine bağlıyordu. Böylelikle, İstanbul yarımadası, Galata, Üsküdar ve Boğaz köyleri gibi yoğun yerleşim bölgelerinin dışında, henüz gelişmemiş bir bölgeyi içeren, bir metropol kent alanı oluşturuluyordu. Kentin bu sınırlar dahilinde kalacağı düşünülmüş olmalıdır. Ama elli yıl içinde bu tahminlerin yanlış olduğu ortaya çıktı.
(Resim2: Arnodin`in çevre yolu projesi)

Arnodin’in köprülerinin etkileyici boyutları ve alışılmışın dışındaki mimarileri kentin siluetine çarpıcı yeni boyutlar ekleyecekti. Özellikle Sarayburnu-Üsküdar köprüsü, İstanbul’un girişinde heybetli bir kapı niteliğinde olacaktı. Asma köprü biçiminde düşünülen bu yapı, sahilden 130’ar m. açıkta ikişer ayak ve ortada bir ayak üzerine oturacaktı. Süslemeden nisbeten arındırılmış olan bu yapı, her şeyden önce bir mühendislik harikası olarak düşünülmüştü. Ancak projede bazı yeni İslamcı motifler de yok değildi: Taşıyıcı ayakların tepelerine minik kubbeler yerleştirilmişti ve minareli camilere benzetilmiş yapılarla sağlamlaştırılmıştı. Minareler 16 m. yüksekliğinde olduğundan, yapılar gerçekten bir dizi küçük camii hissini veriyordu.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-3


Tanzimat sonrası dönemin geleneği olan Avrupalı uzmanlara başvurma adeti Cumhuriyet döneminde de sürdürüldü ve Türkiye`nin kentlerini modernleştirmek üzere birçok Avrupalı uzman davet edildi. İstanbul`un gelişmesini "nazım planlar"la denetim altına almak için ilk çaba 1930`larda görüldü. Bu ilk danışmanlar heyeti Fransız ve Almanlardan oluşuyordu: Alfred Agache, Herman Elgötz, H. Lambert ve Martin Wagner`in kent planmasında temel konular olan, büyüme, ulaşım, tarihi korumacılık ve bölgelerin oluşturulması gibi alanlardaki önerileri uygulanmadı, ancak raporları günümüze kadar geldi. Öte yandan, 1936 ile 1951 arasındaki İstanbul`da bulunan Fransız mimar ve plancı Henri Prost hayati bir rol oynamıştı. Prost`un İstanbul için geliştirdiği projenin bazı bölümleri halen yürürlüktedir. Prost`un planı bu kitapta ele alınan değişik devirlerdeki birçok konuyu içermesi açısından da ilginçtir. Örneğin, İstanbul için önerdiği karayolu ağı, von Moltke`nin 1839 planını hatırlatmaktadır; Teodosios Surları`na paralel giden arter, 1900 yılında bir Ringstrasse (çevreyolu) yapılması için öne sürülen noktaları hatırlatır. Bir diğer örnek, Prost`un önerdiği Galata Köprüsü-Beyazıt bağlantısının, Gavand`ın 1876 yılında düşündüğü metro sistemine benzerliğidir.

Planlamada ikinci dalga 1950`lerde yaşandı. Bu aşamada görüşlerine başvurulan uzmanlar, Alman plancı Hans Högg ile İtalyan plancı Luigi Piccinato`dur. Högg`ün çalışmaları özellikle mekansal kullanım esasına göre ayrışmanın önemine değinirken, Piccinato`nun planı daha genel, bölgesel bir yaklaşım içeriyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türk plancı ve mimarlar İstanbul`un planlamasıyla daha doğrudan meşgul oldular. 1950`lerden sonra yaşanan, kentin o zamana kadar görülmemiş oranda büyümesi, kent planlamasının mevcut sorunlarına yeni bir boyut ekledi.
Tanzimat`ın ilanından bu yana 150 yıldan fazla bir zaman geçti. Bu uzun süre zarfında kentte ulaşım ağı geliştirildi, yeni yollar ve meydanlar açıldı, çıkmaz sokaklar neredeyse tümüyle ortadan kalktı, İstanbul ve Galata tarafının sahilllerinin büyük bölümü düzene sokuldu, en ücra mahallelere çağdaş ulaşım götürüldü ve yapılaşma neredeyse tamamen kagire (bugün beton anlamına geliyor) dönüştürüldü. Beton yapılaşmanın kalitesizliği nedeniyle yeni binaların bile harap ve tamamlanmamış bir görünümü vardır. Haliç`in iki yakası arasındaki karşıtlık günümüze kadar gelmiştir. İstanbul ve Galata hala değişik görünümdedirler: İstanbul`un silueti cami ve külliyelerin kubbe ve minareleriyle belirlenmeye devam ederken, Galata tarafının Batılı görünümü bazıları yirmi katı aşan binaların inşasıyla daha da belirginleşmiştir.
Bugünün İstanbul`u devasa bir alana yayılmıştır. Kent sınırları artık Teodosios Surları`yla belirlenmiyor, batıya doğru uzanıyor. Son otuz yıldır oluşan yeni yerleşmeler Haliç`in iki yakasında da 19. yüzyıl kent sınırlarının kilometrelerce ötesine geçti. Bu gelişme çok çabuk ve çoğu kez organik oldu; sonuç bir kez daha düzensiz yerleşme kalıplarıydı.
19. yüzyıl kentinin sorunları bugün de devam ediyor, ilk plancıların hedefleri de. 20. yüzyıl plancıları hala 1836`da Reşid Paşa`nın imparatorluğa getirdiği "intizam" kavramını oturtmaya çalışıyorlar.

Tanzimat Fermanı Sonrası Yapılan Büyük Mimari Projeler

Tanzimat Fermanı`nın 1839`da ilanından, 1908`de II. Meşrutiyet`in ilanına kadar geçen yetmiş yıl içinde, İstanbul`a yönelik üç iddialı ve geniş kapsamlı kent tasarımı projesi hazırlandı. Bu projelerin ortak amacı ulaşım ağını modernleştirmek ve Batı teknolojisi ile kültürünü esas alan bir kent imajı geliştirmekti. Her üç tasarı da yabancı mimar ve mühendislere ihale edildi.
Helmut von Moltke`nin eseri olan 1839 tarihli ilk plan, Abdülmecid zamanında tamamlandı; Tanzimat heyecanının açtığı yoldan yürümekteydi. F. Arnodin ve Joseph Antonie Bouvard tarafından önerilen diğer iki proje ise Abdülhamid döneminde gündeme geldi. Dönemin başka birçok projesi gibi, bunlar da gerçekleşemeyen iddialı tasarımlardı. Her iki plan da imparatorluğun geçişteki gücünü ön plana çıkarmayı ve bu gücü simgesel olarak başkentteki yeniden inşa projelerinde ifade etmeyi umuyordu.
Bir Bütün Olarak Düşünülen Kent: Von Moltke Planı
Tanzimat reformlarının anahtar kavramlarından biri olan merkeziyetçilik, daha 1839`da kent planlamasına yansımıştı. Peyderpey yapılmış olan kent ilk kez bir bütün olarak düşünülüyordu. Helmuth von Moltke, II. Mahmut tarafından İstanbul`un ayrıntılı bir haritasını çıkarmak ve sokak örüntüsünü düzeltecek bir plan yapmakla görevlendirildi. Her ne kadar bu planı henüz bulunamamışsa da, Von Moltke`nin haritası birkaç kez yayımlanmıştır. Ancak, Ergin`in yayımladığı 1839 tarihli bir belgede projenin ayrıntılı tarifi vardır. Von Moltke`nin planının, salt sözlü olarak ifade edilmiş olması mümkündür, çünkü bugüne dek bu plana ait herhangi bir kanıt ele geçmemiştir.

Von Moltke`nin başlıca amacı, İstanbul yarımadasının ticari ve idari işlerinin yürütüldüğü kalbiyle eski Bizans kapıları arasında geniş yollar açarak kesintisiz ve kolay bir ulaşım ağı geliştirmekti. Aynı zamanda, konut mimarisi, yangınları önlemek amacıyla aşamalı olarak ahşaptan kagire dönüştürülecekti. Von Moltke beş 60 ana arter öneriyordu. Birincisi, Topkapı Sarayı`nın dış kapısı olan Bab-ı Hümayun`u Aksaray`a bağlayacak, yani eski Divanyolu`nu (Bizans döneminin Mese`sini) izleyerek Beyazıt Meydanı`ndan geçecekti. İkinci yol Aksaray`ı Teodosios Surları üzerindeki Topkapı`ya bağlayacaktı. Beyazıt Meydanı`nı Fatih`e bağlayan üçüncü yol, Fatih Külliyesi`nde ikiye ayrılarak iki büyük Bizans kapısı olan Edirnekapı`ya ve Eğrikapı`ya ulaşacaktı. Dördüncü bağlantı ise Kadırga ve Yedikule arasında Marmara sahilini izleyecekti. Son olarak beşinci yol, Eminönü`nde Yeni Cami önünden başlayarak, Haliç`e paralel gidecek ve kentin en önemli Müslüman ibadet merkezi olan Eyüp`te son bulacaktı.

Von Moltke`nin projesi kentin eski Bizans yollarını izlemekteydi. Gerçekten de Konstantinopolis`te forumları birbirine bağlayan ana cadde, yani Mese, Forum Tauri`de (Beyazıt Meydanı) ve Forum Bovis`de (Aksaray) ikiye ayrılarak Teodosios Surları`ndaki kapılara ulaşıyordu. Ayrıca, Von Moltke İstanbul yarımadası sahilinin iki yakasında, Haliç ve Marmara`da sahile paralel iki büyük yol önermiş, ancak Haliç ile Marmara kıyıları arasında doğu ve batı arterlerini birleştirecek bağlantıları öngörmemişti. Moltke`nin amacı sadece başlıca mahalle ve kapılara ulaşımı sağlamaktı.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-2

Bu çalışmalar başkentin belli başlı odak noktalarına ulaşımın kolaylaşmasını sapladı. Modern taşıt sistemlerinin kurulmasıyla ulaşım daha da kolaylaştı. Yeni açılan veya genişletilen ana arterlerin üzerinde işleyen tramvay hatları, İstanbul ve Galata`nın dağınık semtlerini birbirine bağladı. Haliç`in üzerinde yapılan iki köprü, iki yaka arasında ulaşımı kolaylaştırdı. Kentin coğrafi olarak birbirinden kopuk bölgelerinin, İstanbul, Galata, Üsküdar ve Boğaz köylerinin bağlantıları ise şirket-i Hayriye vapurları sayesinde sağlandı. Yeni geniş rıhtımlar deniz ulaşımını kolaylaştırdı. Kentin görünümünü güzelleştirmek ise bu çalışmaların nihai adımı olarak gündemde yer aldı. Bu konuda en gözde modeller Avrupa başkentleriydi. Tanzimat Meclisi 1839`da bu noktayı açıkça dile getiriyordu: "Dünyanın tabiat güzellikleri bakımından en güzel şehri olan İstanbul`un mahirane bir tezyini yapılırsa, şüphesiz Avrupa`nın güzel şehirleri arasında en güzeli olacaktır.

Osmanlı yönetici elitine göre, güzellik kent tasarımında "düzenlilik" demekti. Kentin imajının yenileşmesi hakkında hazırlanan hükümet raporlarında kullanılan anahtar kavramlar her zaman "süsleme", "düzenleme" ve "yolların genişletilmesi" olmuştur.
Avrupa kentlerinin güzelliğine erişme, hatta onları geçme yolunda en önemli adım, Joseph Antoine Bouvard`ın, kentin belli başlı bölgelerini Avrupa mimari ve kent tasarımı prototiplerine göre yenilemeyi öneren projesinde atıldı. Bouvard`ın, projesinin kağıt üzerinde kalması, salt maddi kaynakların yetersizliğinden değil, aynı zamanda başkentin bu denli köklü değişimlere henüz hazır olmamasından kaynaklandı. Avrupa`dan ithal edilen kent tasarım ilkeleri parça parça uygulandıklarında var olan dokuya oldukça sancısız biçimde uyum sağlamıştı. Ancak daha radikal bir müdahele, gelenek ve mirasına hala sıkı sıkı sarılan bir kente henüz mümkün değildi. Tanzimat reformlarının getirdiği sosyal değişim, toplumun geleneksel tabakalarına ancak tedricen nüfuz edebilyordu ve İstanbul`un kent dokusundaki yavaş dönüşüm de bu gerçeği yansıttı. 1838 ile 1908 arasında yaşanan yeniden inşa projeleri yöneticilerin iddialı hedeflerine ulaşamadı belki, gene de kent dokusunda kalıcı değişiklikler görüldü. En yoğun imar faaliyeti 1850`lerin sonu ile 1870`ler arasında, İstanbul`da ITK`nin ve Galata`da Altıncı Daire`nin denetiminde gerçekleşti. Bu yıllarda başkent, Divanyolu, Karaköy-Ortaköy caddesi ve Taksim-Şişli bağlantısı gibi ana arterler edindi.
Geri kalan sokak dokusunun düzenlenmesi, yangınlar sonrasında oldu. Bu düzenlemeler genellikle yanan bölge ile sınırlı kalmış, çoğu kez yeniden inşa edilen mahallelerin çevreleriyle bağlantıları ihmal edilmişti. Çevrelerindeki labirentvari dokunun içinde bu bölgeler sınırları belirsiz, dik açılı caddeleriyle tecrit edilmiş adacıklar halinde idiler. Kent formunu etkileyen bir diğer unsur da, yeni ışıklandırılması ve temizlik gibi modern belediye hizmetleridir.
Haliç`in iki yakası, kent reformundan eşit olarak yararlanmadı. Galata uluslararası bir ticaret merkezi olarak yeni düzenlemelerden daha büyük pay aldı ve modern bir görünüm edindi. Osmanlı başkentinin daha geleneksel İstanbul tarafıyla Batı`ya dönük Galata arasındaki ikili yapısı, Saigon`dan Delhi`ye, Kahire`den Rabat`a sömürge devrinin kentlerini hatırlatmaktadır. Sömürgecilerin olağan uygulaması genellikle eski kentlerin yanı başında Batı normlarına uyan bir kent yaratmak ve eski kenti "yerlilere" bırakmaktı. Birçok sömürge kentinde, eski ile yeni mahalleler arasında bir "tampon bölge" bırakılırdı.
İstanbul bir sömürge kenti değildi. Genelde, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde artan denetimleri, sömürgelere has bazı kent tasarım ugulamalarının İstanbul`a yansımasına yol açtı. İlk bakışta 19. yüzyıl Osmanlı başkenti hem Batılı hem geleneksel bileşenlere sahipti. Ancak, sömürge kentlerinden farklı olarak, yerli nüfusun geleneksel kente hapsedilmesi söz konusu olamazdı. Haliç`in kuzeyinde de birçok Müslüman mahallesi vardı-bunun nedeni de Galata`nın yoktan varedilmiş bir semt değil, mevcut olan bir semtin gelişmesi sonucu ortaya çıkışıydı. Aynı nedenle Galata`da da sömürge kentlerinde görülen düzenli bir sokak dokusu yoktu.

İlk bakışta İstanbul tarafıyla Galata arasında, Haliç`in fiziki bir engel oluşturduğu izlenimi edinilebilirse de, asla bir cordion sanitaire değildir. 19. yüzyılın köprüleri Haliç`in iki yakası arasında hayati bağlantıyı temin ediyor ve İstanbul`un bir bütün olarak gelişmesine katkıda bulunuyordu. Dahası, kent reformu ve kent yaşamını kolaylaştırıcı hizmetler İstanbul yakasından esirgenmiyordu. Sömürge kentlerinde görülmedik biçimde, kent hizmetlerinin en azından gelenseksel bölgenin belli başlı mahallerine götürülmesine özen gösteriliyordu.

Böylelikle 19. yüzyıl Osmanlı başkenti, sömürge kentlerine özgü gelişme kalıbına uymamakla birlikte, çağdaşı Avrupa kentlerine de benzemiyordu. Her şeyden önce, İstanbul`un mimari mirası sayesinde silueti, Batı başkentlerinde görülmesi mümkün olmayan birçok caminin kubbe ve minareleri tarafından çiziliyordu. (İstanbul tarafındaki kadar çarpıcı olmamakla birlikte Galata tarafında da-özellikle sahil şeridinde- birçok cami vardı.) İkinci olarak kentin sokak sokak şebekesine hala tümüyle düzen getirilememişti. En yeni arterler bile, Avrupa başkentlerininki kadar geniş ve uzun olmadığı gibi, yollar boyunca sıralana binalar, Avrupa`daki emsalleri gibi bel-altı katlı ve tek tip değildi. Üçüncü olarak, yapı malzemeleri değişikti: Başkentin özellikle İstanbul tarafında, evlerin çoğunluğu hala ahşap.
Bu nedenle Osmanlı başkenti 1838 ile 1908 arasında benzersiz diyebileceğimiz bir gelişme çizgisi izledi. Yapılan işlerin ve uygulanan politikaların niteliği kentin geleceğini büyük ölçüde etkiledi. Önce JönTürkler, sonra da Türkiye Cumhuriyeti ilham kaynağı olarak Batıya bakmaya devam ettiler. Saltanatın ilgasından az sonra, İstanbul Şehremini Emin Bey, Paris`in 19. yüzyılda yeniden imarı hakkında bir kitabın çevirisini "Şehircilik" başlığıyla yayımlandı. Emin Bey önsözünde, bütün modern kentlerin öncüsü olan Paris`in, şehircilik bilimi açısından, Türkiye`nin kentlerinin yeniden düzenlenmesinde emsal olarak incelenmesinin önemine dikkat çekiyordu. Amaç, bir kez daha, Türk kentlerinin Paris`in "seviye-i antizam"ına kavuşturmaktı.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-1

İstanbul`un denizden görünüşü her zaman ilham kaynağı olmuştur. Seyyahların notları hep kentin denizden görünüşünün göz kamaştırıcı ihtişamıyla açılır. Edmondo de Amicis`in "Sevgili İstanbul"u hakkındaki ilk izlenimleri biraz aşırı duygusal da olsa, 19. yüzyıl sonu İstanbul`unun muhteşem kent imajını yansıtır:
Sağda Galata, önünde bir direkler ve bayraklar ormanı; Galata`nın üstünde Pera, gökyüzüne karşı Avrupa sefarethanelerinin muhteşem siluetleri; önde iki yakayı bağlayan ve üzerinde iki zıt hayatın renk cümbüşünün gidip geldiği köprü; solda, yedi tepe üzerine serpiştirilmiş, her tepesi kurşun kubbeli ve altın alemli devasa bir camiyle taçlandırılmış İstanbul... mavi ve gümüşün en ince tonlarının eridiği gökyüzü, bütün bunlara muhteşem bir zemin oluştururken, üzerinde mor, küçük şamadıralarla gökyakut bir suyun titreyerek yansıttığı beyaz narin minareler, kubbeler, güneşte parlamaktadır. Yoğun yeşillikler kütlesi sabahın ilk ziyalarında adeta dalgalanıp gerinmektedir... Bunun dünyanın en güzel manzarası olduğunu inkar etmek herhalde en büyük kabalık, hatta Tanrıya ve nimetlerine karşı en büyük nankörlük olacaktır. Ve kesindir ki daha güzel herhangi bir şey insanoğlunun haz alma kabiliyetinin fevkindedir.
Ancak, her seyyahın karaya ayak basar basmaz keşfettiği bir başka gerçek daha vardır ki, o da kentin denizden görünüşünün yanıltıcı olduğuydu. İstanbul yorgun ve bakımsızdı. Yangınlarda tahrip olan birçok mahalle uzun süre yeniden imar edilemiyordu. Uzaktan parıltılı görünen anıtlara yakından bakıldığında birçoğunun tamire muhtaç olduğu görülüyordu. Birçok zengin aile, Haliç`in öteki yakasındaki yeni mahallelere taşınmıştı. Geride bıraktıkları konaklar ise bölünüp düşük gelirli ailelere kiralanıyordu. İnşaat faaliyeti Galata tarafına geçmişti ve birkaç iş hanı veya kagir konak dışında İstanbul tarafında yeni inşaat yapılmıyordu. Muhteşem eski kent peyderpey çalışan sınıflara terk ediliyordu.
Galata`nın hikayesi ise farklıydı; burası imparatorluğun çağdaş ve Batılılaşma hayatının merkeziydi. Galata`ya denizden bakıldığında düzenli çizgileriyle yüksek ve görkemli binaların siluetleri görülürdü. Galata`nın genel karakterini o dönemin bir Osmanlı yazarı şöyle tanımlar: "Binaların birçoğu yeni ve kagir olduğundan deniz görünüşü pek güzeldir, ancak sokakları dar ve eğri büğrü olduğundan içi o kadar hoş değildir". Yüzyılın sonunda kenti ziyaret eden ingiliz seyyah W.H. Hutton, Galata ve Pera`nın "uygarlığın fakir bir uç karakolu" olduğunu söylüyordu. Hutton, 19. yüzyıl İstanbul`unun geçirdiği değişiklikleri gerçeklerin üzerine çekilmiş ince bir perde olarak görüyordu: "Bütün değişikliklere rağmen, istanbul hala karanlık çağların kentidir. Her an perde düşüp trajik bir dehşet sahnesi ortaya çıkabilir. Bir yandan da Batı uygarlığının grotesk bir taklidi yaşanmaktadır."
Her ne kadar yazarın "dehşet" kavramı Batılı olmayan kültürlere önyargılı yaklaşımın ürünüyse de, söylenenlerde gerçek payı vardır. Galata ve Pera`nın biçimsel karakteri, bırakın imparatorluğun geri kalan topraklarını, başkentin nüfusunu oluşturan çoğunluğun yaşam biçimiyle uyum içinde değildi. Ancak, sosyal ve ekonomik modelleriyle ithal edilen Batılı çehre, çok küçük bir azınlığın kucakladığı değerler o denli yerleşmişti ki İstanbul`u ikili bir kente dönüştürerek imajına güçlü, yeni bir parça katmıştı; Haliç`in bir yakasında İstanbul, diğerinde Galata vardı artık.
Türkler Pera`da yabancı ve mahçup gözlemciydiler. De Amicis`in sözleriyle:
Burada, Rum, İtalyan, Fransız züppeleri, tüccar asilzadeleri, muhtelif yabancı delegasyon memurlarını, yabancı bahriye subaylarını, elçilik maiyetlerini ve her milletten kuşkulu simaları görmek mümkündür. Türk erkekleri, kuaförlerin vitrinlerindeki balmumu mankenlere hayranlıkla bakmakta ve kadınlar şapkacı dükkanlarının önünde ağzı açık duraklamaktadırlar. Avrupalılar burada başka yerlere nazaran daha yüksek sesle gülüşüp, sokak ortasında şakalaşırlar. Bu arada Türkler, sanki yabancı bir memleketteymiş gibi, başlarını istanbul tarafındaki kadar dik tutamamaktadırlar.
İstanbul ile Galata arasındaki tezat o derece çarpıcı hale gelmişti ki konuya birkaç defa II. Abdülhamid`in dikkati çekilmişti. 1879`da kendisine sunulan, "Galata ve Pera`nın mamuriyetine nazaran İstanbul tarafının harap hali " başlıklı bir raporda şu satırları okuyoruz:
Nefsi İstanbul şehriye Galata ve Beyoğlu`nun gerek anbiye ve gerek intizam cihetiyle farkı pek ziyade göze çarpacak derecede olup mesela dersaadet`te kagir olarak küçük ve büyük pek adi surette yapılmış 300 adet hane mevcut ise Galata ve Beyoğlu`nda kıymetli ve ekserisi müzeyyen olarak birkaç bin hane mevcuttur ve Avrupa `nın ikinci ve üçüncü derecede bulunan şehirlerinde asr-ı medeniyet olarak görülen şeylerin pek çoğu Beyoğlu`nda görülmekte olup İstanbul`da ise bir küçük memlekette bile vücudu elze molan otel denilen misafirhane bile bulunamadığından Rumeli ve Anadolu taraflarından maslahata Dersaadet`e vurud eden eşraf ve erkan Beyoğlu`nda kain otellerde oturmağa mecbur olmaktadır ve böyle bir asr-ı medeniyette İstanbul sokakları halen zulmette kalıp halkın Çİn`de olduğu gibi fenerlerle gezmesi ve Galata ve Beyoğlu`nda gazla tenvir olunmuş bulunması ne surette calib_i nazar-ı dikkat olduğu malumdur. Galata ve Beyoğlu taraflarında birkaç kere vuku bulmuş olan başlıca hariklerde müteharik olan haneler arsalarında bugünkü gün hiçbir arsa-i haliye kalmayıp cümlesi kagir olarak inşa kılınmış ve halbuki İstanbul`da bundan elli sene evvel mukaddem vuku bulmuş olan Cibali ve ahiren vuku bulan Hocapaşa ve Aksaray hariklerinde müteharik olan haneler arsalarından pek çokları hali bulunduğu maateessüf görülmektedir.

İstanbul`un harap görünüşü hükümdarları o denli rahatsız etmiş ki başkenti modern standartlara kavuşturmak için birçok girişimde bulunulmuştu. Bu çalışmanın muhtelif bölümlerinde görüldüğü gibi, Tanzimat sonrası Osmanlı reformcuları İstanbul`un üç ana sorunu olduğunda görüş birliği içindeydiler: Düzensiz sokak dokusu, bölünmüşlüğü ve köhneliği. Bu sorunlar yüzünden, Osmanlı`nın Batıcı bürokratlarının nazarında modernliğin ve gelişmişliğin simgesi haline gelmiş olan Batı kentleriyle kesin bir tezat yaşanıyordu. Avrupa tarzı reformlar uygulayarak imparatorluğu "kurtarmak" ilkesine uygun olarak, İstanbul Batı ölçütlerine göre modernleştirilmeliydi. Reformcuların ortak görüşlerine göre modernleşme, kent dokusuna düzenli bir görünüm kazandırmak, başkentin çeşitli semtleri arasında iletişimi sağlamak ve kentin görünümünü güzelleştirmekle sağlanabilirdi.

Bu sorunların çözümleri iç içe girmişti. Sokak dokusunun düzenlenmesi, eğri büğrü, birçok çıkmazı olan kısa sokakların yerine, birbirleriyle bağlantılı, düz, açık ve aynı genişlikte arterlerin yaratılması demekti. Ayrıca tek tip bir mahalle dokusu yaratmak için yeni bina nizamnameleri uygulamaya konuldu. Düzenleme sahillerin harap binalardan arındırılarak geniş rıhtımların yapılmasını da içeriyordu.